Fan Wu She tarafından kontrol edilen hayalet söğütler, Huangquan Yolu’nda Jiang Qu Lian’ın hayalet askerlerine karşı şiddetli ve geniş bir savaş başlattı. Milyonlarca söğüt dalı kanlı yılanlara dönüşerek ormandaki düşmanlara saldırdı ve etraflarında dönmeye başladı. Kana bulanmış topraklardan yükselen kalın kökler, hayaletleri toprağın derinliklerine doğru sürükledi ve kendisine bir besin yaparak tamamen yuttu.
Bir müddet hayaletlerin keskin çığlıkları yeraltı diyarını inletti ve adeta kulak zarlarını deldi; yalnızca bu sesi duymak bile tüylerinin ürpermesi için yeterliydi.
Jiang Qu Lian ve Xie Bi An karşılıklı olarak savaş halindeydi. Cui Jue’nun sözleri onu sadece kızdırmakla kalmamış, aynı zamanda zihnini de rahatsız etmiş ve onu yeniden yaşamak istemediği anılarını hatırlamaya zorlamıştı.
Her şeyi tükettiğini ve hiçbir şey elde edemediğini kabul etmek şöyle dursun, kendi aptallığıyla bile yüzleşememişti. Bunun yerine, kendisini Aç Hayalet Yolu’na atılmış halde bulmuştu.
Binlerce vahşi hayaleti yediği ve sonunda bir hayalet kral olduğu anı daima hatırlayacaktı. Hayalet kral olduğu anda yaptığı ilk şey Yanluo Salonu’na gizlice girip o zamanki mahkemesinin parşömenlerini aramak olmuştu. Önceki hayatında böyle bir cezaya çarptırılmak için ne yaptığını bilmek istiyordu. Kendi annesini, yoldaşlarını ve takipçilerini yemişti. Acıktığını hissettiğinde, aklı iştahı ve içgüdüsüne defalarca kez yenik düşmüştü. Yüzlerce yıl boyunca, her an çıldırmak üzere olan bir hayvan gibiydi. Sayısız kez kendine geldiğinde ağzının ve karnının çürümüş etle dolu olduğunu, hatta değer verdiği insanları dahi geride kemikleri kalacak şekilde yediğini görmüştü.
Parşömendeki birkaç sayfalık kayıtları gördüğünde, geçmiş yaşamındaki her şeyi hatırlamıştı. Reenkarnasyonu aşıp sonsuza dek yaşayabilen ve asla yaşlanmayan bir Asura’dan, bir canavardan daha kötü aç bir hayalete dönüşmesine kadar çektiği her şey, sırf kendisine hiç bakmayan asil ve ulaşılmaz bir tanrıya âşık olmasının bir sonucuydu. Bile bile yaptığı en büyük kötülük ise, yetmiş iki tane ölümsüz şeftaliyi parçalamaktı sadece.
O anda kendinden nefret etmek yerine, aksine üzgün ve gülünç hissetmişti. Aptal olduğuna şüphe yoktu ama kendi kaderini değiştirmeye dahi gücü yoktu. Asıl parçalanması gereken şey tanrıların mutlak statüsü ve Cennet Sarayı tarafından üç diyarı yönetmek için kullanılan yaşam, ölüm, ödül ve ceza araçlarıydı ― yani reenkarnasyonun altı yolu. Neden tanrılar bu ayrıcalıkların tadını çıkarırken o Aç Hayalet Yolu’na atılmıştı? Reenkarnasyonun altı yolu neden tüm canlılara rütbeler, avantajlar ve dezavantajlar veriyordu? Lan Jiang neden sırf bir Asura olduğu için ona bakmıyordu bile?
O zamanlar ektiği nefret tohumu, iki ömür boyunca kan ve gözyaşıyla sulandıktan sonra nihayet yükselen bir ağaç haline gelmişti. Kökleri ruhundaki zehrin derinliklerine yerleşmişti. Sadece kan, öldürme ve intikam bu zehrin delici acısını dindirebilirdi.
Chidi Şehri’nde Lan Chui Han’ı gördüğünde, sadece on altı veya on yedi yaşlarında bir çocuk olmasına, seçkin, kendine güvenen, neşeli, arkadaş canlısı, şefkatli ama hasta ve neredeyse ölmek üzere olduğu söylenen bir ölümlü olmasına rağmen, Lan Chui Han’ın Lan Jiang’ın reenkarnasyonu olduğundan bir bakışta emin olmuştu. O yüzü asla unutamazdı ne de olsa.
O anda yaşadığı şiddetli duyguları tarif etmek zordu. Her tarafının titrediğini hâlâ hatırlıyordu. Sırf bu adamı görebilmek için kılık değiştirmiş ve başka birinin yerine geçmişti. Bu kişi Cangyu Sekti’nin lideri Qi Meng Sheng’in ikinci öğrencisiydi ve Shen Nong Kazanı’nı kullanarak bir kılıç dövmek için Chidi Şehri’ne gelen Lan ailesini kabul etmekten sorumluydu. Onun da isminde “Yun” vardı ― Yun Zhong Jun. Tüm bunları sırf Lan Chui Han ona gülümsesin, sarılsın, baksın ve ona “Yun Xiong” desin diye yapmıştı.
Önceki hayatında istediği ve peşinden koştuğu tek şey, sadece o tanrının ona ciddiyetle bakması ve ona ismiyle hitap etmesiydi. Böylesine mütevazı ve acınası bir dilek, sayısız acı ve ıstırapla yok edilmiş ve uzun zamandan beri gerçek şekli bozulmuştu.
Şu anda reenkarne olan Lan Jiang’ın hiçbir şey hatırlamamasına ve bir ölümlü olmasına rağmen, ne onu görmezden gelmeye cesaret edebilmiş ne de kendinden emin bir şekilde karşısına dikilebilmişti. Lan Chui Han ondan daha gençti ama yine de alamadıklarını telafi etmek için bu kişiden bir şeyler alabilmek istiyordu. Böylece, ölümlü diyardaki kimliği tamamen Yun Zhong Jun’a dönüşmüştü. On yıl boyunca, Lan Chui Han’a kasıtlı olarak yaklaşırken öte yandan da asıl planını uygulamaya koymuştu.
Nihayet istediğini elde etmiş ve onun gözlerinde birçok duygunun belirdiğini görmüştü: şefkat, hayranlık ve aşk. Gözlerinin bebekleri kendisiyle dolu olan Lan Chui Han’a bakarken ruhu ikiye bölünmüştü. Yarısı hoşnut; diğer yarısı ise öfkeydi.
Lan Chui Han’ın gerçek Lan Jiang olmadığı ve sahip olduğu şeyin aslında bir yanılmasa olduğu gerçeğine öfkeliydi. Bu ikilemin içinden çıkamayışına öfkeliydi, aradan altı yüz yıl geçmesine rağmen arkasını dönüp ondan ayrılamıyor oluşuna öfkeliydi. En çok da kendine öfkeliydi.
Aklını kurcalayan bir düşünce vardı. Lan Chui Han’ın kendisini hatırlamasını sağlamak istiyordu. Lan Chui Han’ın neden bir ölümlü olarak reenkarne olduğunu bilmiyordu ama her ne olursa olsun her şeyi hatırlamak zorundaydı. O kibirli tanrıya önceki yaşamında kendisine nasıl davranıldığını hatırlatmak ve ardından üç diyarı ve altı yolu nasıl altüst ettiğini göstermek istiyordu. İkisi arasında kimin üstün kimin aşağı olduğunu nasıl tersine çevirdiğini ve nasıl intikam aldığını izlemesini istiyordu.
Lan Chui Han her şeyi hatırlamalıydı, bu yüzden onu Kâbus Odası’na atmıştı. En güçlü ve en acı verici anılar sürekli tekrarlandığı sürece, Lan Chui Han önceki yaşamının anılarını geri kazanacaktı. Lan Chui Han’ın cehennemi nasıl yönettiğini ve reenkarnasyonun altı yolunu nasıl kontrol ettiğini kendi gözleriyle görmesini sağlayacaktı.
Planının önünde engeller olmasına rağmen, her şey onun planı doğrultusunda gelişiyordu. Hiç kimse onu durduramazdı, hiç kimse!
Jiang Qu Lian’ın dikkati birkaç kez dağıldığında, Xie Bi An tarafından üç kez yaralanmıştı. Zihnini sakinleştirmeye çalışıyordu ama Cui Jue’nun sözleri onun için o kadar yıkıcıydı ki çoktan delirmenin eşiğine gelmişti. Aç Hayalet Yolu’nda efsun güçleriyle büyük başarılar elde etmiş olmasına rağmen, ölümsüz olmadığı sürece aç bir hayalet olarak doğasını değiştiremezdi. Çoktan aşağılık açlık duygusunun kontrolünden kurtulmuştu. Hayalet kral olduktan sonra, iki yüz yıl boyunca hiç kontrolden çıkmamıştı. Kontrolünü kaybettiğinde, en ilkel içgüdüsel arzusuna ― yemek yemeye geri dönecekti. Bu yüzden kontrolünü kaybetmemeliydi.
Hafifçe hareket ederek tuhaf bir kızıl sise dönüştü ve kendisini korumak için Xie Bi An’ın etrafında döndü. Xie Bi An ölümcül auranın dalgalanmasını hissettiği o anda kılıcını savurdu ve tam karşısında tahmin ettiği gibi hayalet pençenin olduğunu gördü.
İkisi sendeleyerek birbirlerinin yanından geçtiler. Hayalet pençe Xie Bi An’ın omzunu sıyırıp geçti; sıcak ve acı vericiydi. Aceleyle zehir büyüsü yaptı ama yine de yaranın ceset zehrinin etkisiyle hızla karardığını gördü.
Jiang Qu Lian dilini uzattı ve Xie Bi An’ın kanıyla lekelenmiş parmak uçlarını nazikçe yaladı, “Kanın çok tatlı ve tadı enfes. Eminim kalbin ve altın özün de çok lezzetlidir.”
“Alabiliyorsan gel de al,” dedi Xie Bi An alaycı bir şekilde ve kılıcını kendine siper etti, “Lafla peynir gemisi yürümez. Ne varsa dilinde senin ancak aslında oldukça ürkek ve zayıfsın. İki yaşamdır Lan Chui Han’ın peşinden koşuyorsun ama onun önceki yaşamına bakmaya bile cesaret edemiyorsun. Ne kadar da üzücü.”
Xie Bi An da Jiang Qu Lian’ı sürekli kışkırtmanın onun zihnini bozabileceğini fark etmişti. Ve bu Kızıl Hayalet Kral’ı en çok kışkırtabilecek kişi Lan Chui Han’dı.
Jiang Qu Lian’ın gözleri kan çanağına dönmüştü, “Peki ya sen? Geçmişteki benliğinin çaresiz, beceriksiz, işe yaramaz ve başarısız olduğunu öğrendikten sonra geçmişle yüzleşmek için ne kadar cesaretin vardı?”
“Yüzleşmek istemedim ama yine de yüzleştim,” dedi Xie Bi An ses tonunu değiştirmeden, “Peki sana ne demeli?”
“Lan Chui Han’ı kurtarmamış olsaydın, geçmiş hayatını bizzat kendisinden duyacaktım. Açıklama mı yapacaktı, benimle tartışacak mıydı ya da pişman mı olacaktı? Her halükârda, geçmiş yaşamının bedelini ödeyecekti.”
“Ödemeyecek, çünkü Kâbus Odası’ndan çıktıktan sonra bile kalbi hala o kâbusların içindeydi. Şimdi yürüyen bir ceset gibi,” dedi Xie Bi An soğuk bir tonla, “Görmek istediğin bu muydu sahiden?”
Jiang Qu Lian’ın ifadesi hafifçe değişti ama yine de alaycı bir kahkaha attı, “Hak ettiği buydu.”
Xie Bi An onunla konuşmanın fayda etmeyeceğini nihayet anlamıştı. Daha fazla Yin askeri ve hayalet generalin geldiğini gören Fan Wu She, bu güçlü orduya direnmek için hayalet söğütleri kontrol etmeye devam ediyordu. Bu savaş çabucak sona ermeliydi. Savaşın uzaması en çok onlara zarar verirdi. Qiankun kesesinden Shanhe Sheji Haritası’nı çıkardı, “Jiang Qu Lian, geber.”
ÇN: AYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYYY NOLUYO NOLUYOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOO İNANMIYORUMMMMMMM
Göksel’den Sen or’da yoksun şarkısı Jiang Qu Lian’dan Lan Chui Han’a gelsin o zaman…
Hırçınlığım imkansızlığına, suskunluğuna, uzaklığına, sen or’da yoksun…