Zong Zi Heng, Zong Zi Mo’yu arka bahçede buldu.
Uzaktan Zong Zi Mo’nun saray hizmetçileriyle cilveleşip gülüştüğünü görebiliyordu. Ses dalgalanarak uzaklara erişiyor, kaşlarını çatmasına sebep oluyordu.
Yaklaştığında onun geldiğini fark etmemişlerdi bile. Bir efsuncu olmasına rağmen duyuları son derece körelmişti.
Zong Zi Heng bir kez yüksek sesle öksürdü.
Ancak o zaman Zong Zi Mo onun geldiğini görmüştü. O anda donakaldı ve ifadesi değişti; şok ifadesi utanca, utanç da özgüvene dönüştü. Ardından gülümsedi, “Dage, bu ne hoş tesadüf.”
Saray hizmetçileri saygıyla eğildi, “Ekselansları.”
“Erdi.” diyerek başını salladı Zong Zi Heng. En büyük ağabey olmasına rağmen Zong Zi Mo ile arasında bir statü farkı vardı. Bu yüzden ona hep kibar davranırdı.
“Ah, onlara ruhani güçlerini nasıl kontrol edeceklerini öğretiyordum.” diye açıkladı Zong Zi Mo.
Saray hizmetçilerinin ve hizmetkarlarının çoğu yerli halktandı. Eğer efsun yetenekleri olsaydı, hizmetçi olmak yerine çoktan ölümsüz sektlerden birine katılmış olurlardı. Dolayısıyla bu hizmetçilere efsun ile ilgili bir şey öğretiyor olmasının hiçbir imkanı yoktu.
Ama Zong Zi Heng bunu onun yüzüne vurmadı. Zong Zi Xiao’yu eğittiği gibi, bu çapkın ve tembel kardeşini eğitememişti. Yaşları yakın olduğu için, küçükken beraber oynasalar da büyüdüklerinde aralarına bir mesafe girmişti.
“Erdi, seni bir sebepten ötürü görmeye geldim.”
“Hepiniz geri dönün.” dedi Zong Zi Mo.
Zong Zi Heng, Zong Zi Mo’ya baktı ve aniden her ikisinin de Wuji Sarayı’nda olmasına rağmen altı aydır birbirlerini görmediklerini fark etti. Yetişkin olduktan sonra yalnızca konumlarından dolayı değil, aynı zamanda yaşam tarzları birbirinden farklı olduğu için yabancılaşmışlardı. Aslında bu kardeşi kötü biri değildi ama çapkın olduğu için ona tahammül edemiyordu.
Zong Zi Heng daha ağzını açmamıştı ki Zong Zi Mo panikle söze girdi, “Dage, neden beni görmeye geldiğini biliyorum. Sen gelmesen de ben sana açıklamaya gelecektim.”
“….”
“Hua Yu Xin meselesi değil mi?” dedi Zong Zi Mo utanmış bir ifadeyle, “Aslında ben gerçekten de üç yıl önce Jiaolong Meclisi’ndeyken Genç Hanım Hua’ya ilk görüşte aşık oldum. Bunu İmparatoriçe’ye, yani anneme de söyledim. O zamanlar ikimizin de evlilik için çok genç olduğunu söylemişti. İki yıl sonra…konuşup bir karara varacaktık. Böyle olmasını hiç beklemiyordum.”
Zong Zi Heng sessizdi.
“Dage, şu anda mazeret uyduruyormuşum gibi görünebilir. Ama bunların hepsi doğru. Ben onun da benimle evlenmek istediğini söylemedim. Ama annem de Genç Hanım Hua’yı seviyor…İmparatoriçe’nin nasıl biri olduğunu bilirsin, onu ikna etmesi çok zor.” dedi Zong Zi Mo, konuştukça daha da mahcup görünüyordu.
O sırada Zong Zi Heng, Zong Zi Mo’nun yalan söyleyip söylemediğinden emin olamıyordu. Üç yıl önce, onun ve Hua Yu Xin’in Jiaolong Meclisi’nde karşılaştığı doğruydu. Ayrıca her zaman şehvetli biri olmuştu. Annesinden korkuyor olduğu da doğruydu. Ama Li Xiang Tong’un, Hua Yi Xin’i gerçekten sevip sevmediği muallaktaydı.
Li Xiang Tong’un güçlü kişiliği baz alındığında, eğer bir şeyi gerçekten istiyorsa üç yıl boyunca sessizce bekleyememesi gerekirdi. Huaying Sekti’nden olan kişiler sürekli evlilik için görüşmeye geliyorlardı. Gelecekteki gelininin başkası tarafından kapılmasından tedirgin olmuyor muydu? Zong Zi Heng durumun annesinin dediği gibi olmasından, yani Li Xiang Tong’un onları çekememesinden korkuyordu.
Zong Zi Heng’in kalbi öfkeyle dolup taşıyordu. Çocukluğundan beri hem kendisi hem de annesi pek çok kez haksızlığa uğramış, sayısız kere de mağdur edilmişti. Kötü muamele edilmiş, her zaman dışlanmışlardı. Hayatını nefret içinde geçirmek istemediği için annesine hep biraz daha dişini sıkmasını söylemişti. Büyüyüp kendi hayatını kurduğu zaman tüm sıkıntıları sona erecekti. Bunca zaman hiçbir şekilde ikinci kardeşiyle bir rekabet içinde bulunmamışken, neden Li Xiang Tong bu kadar hoşgörüsüzdü ki?
Üç yıl önce, Gutuo Kasabası’nda Zong Zi Xiao ile beraber uğradıkları saldırıyla gerçekten de bir ilgisi olabilir miydi?
Zong Zi Heng derin bir nefes aldı, içten içe kendisini bunların yalnızca bir düşünce olduğu, henüz kanıtlanmış olmadığı konusunda uyardı. Ama yine de kalbi şiddetle çarpıyordu ve sakinleşemiyordu. Kısık bir tonla söze girdi, “Erdi, Huaying Sekti mensupları, onların muhafızlarıyla ilgili meseleyi çözdüğüm için geldiler. Bundan haberin vardı, değil mi?”
“Evet, vardı,” dedi Zong Zi Mo ve eliyle saçlarını savurdu, “Dışarıdan bakılınca, kardeşin olarak senin değer verdiğin bir şeyi çalmaya çalışıyormuşum gibi görünüyor. Böyle bir şey yapmaya asla niyetim yoktu. Fakat İmparatoriçe’ye itaatsizlik etmeye cesaret edemem. Ama endişelenme babam da bu konunun Genç Hanım Hua’nın kimi istediğine bağlı olduğunu söyledi.” dedi ve ardından gülümsedi, “Dage, Genç Hanım Hua’yı aklımdan çıkaramıyorum. Ama eğer onun kalbi Dage’ya aitse, onu senden çalmaya kalkışmayacağım. Ve düğününüzde en cömert hediyeyi göndererek yürekten mutluluklar dileyeceğim.”
Zong Zi Heng gizlice yumruğunu sıktı. Yüzü sıcaktı ama kalbi soğuktu.
Zong Zi Mo haklıydı. Ondan çalmaya çalışmasına bile gerek yoktu, çünkü şimdiye kadar istediği her şeye sahip olmuştu. Belki şimdiye kadar hiçbir zaman istereyek “çal”mamıştı ama durum hep böyle olmuştu. Doğal olarak bu sefer de istediğini elde edebilirdi.
İkisi de aynı babanın oğluydu, ama neden bu kadar farklılardı ki?
 ̄
Zong Zi Xiao uzun bir arayışın ardından Zong Zi Heng’i orkide bahçesinde buldu.
Saat oldukça geçti. Bahçedeki solgun çiçekler silik bir lambayla aydınlanıyordu, bu da ortamın biraz kasvetli görünmesine neden oluyordu. Zong Zi Heng hala toprağı eşeliyor ve yabani otları temizliyordu. Sanki toprakla bütünleşmiş kadar sessizdi, çıt bile çıkarmadan toprakla ilgileniyordu.
“Dage.” diye seslendi Zong Zi Xiao epey kısık bir sesle. Karanlıkta Zong Zi Heng’in yüzünü görecek kadar yakın değildi ama Zong Zi Heng’in umutsuz ruh halini net bir şekilde hissedebiliyordu.
Zong Zi Heng duraksadı, “Çok geç oldu, neden hala uyumadın?”
“Seni bir türlü bulamadım. Dage ile beraber uyumak istiyorum.”
“On iki yaşındasın, artık bağımsız olma zamanın geldi.”
“Ben bağımsız olmak istemiyorum.”
Zong Zi Heng hiçbir şey söylemedi.
Zong Zi Xiao yürüdü ve Zong Zi Heng’in yanına çömeldi. Gözlerini kıstı ve öfkeyle, “O kadınla tanışmadın bile. Bu kadar üzülmene değer mi?” dedi.
Zong Zi Heng, hayat konusunda oldukça toy olan bu küçük kardeşine neden üzgün olduğunu tam olarak nasıl açıklayacağını bilemiyordu.
Bu sessizlik Zong Zi Xiao’nun zihninde üstü kapalı bir kabul olarak görülüyordu ve o kadar kızgındı ki gözleri alev alev yanıyordu.
“Xiao Jiu.” diye usulca seslendi Zong Zi Heng.
“Efendim?” dedi Zong Zi Xiao, hırçın bir tonla.
“Sen büyüdüğünde de böyle mi olacağız?”
Zong Zi Xiao biraz afallamıştı, “Tüm hayatımız boyunca böyle olabilirdik. Ama sen evlenmeyi seçtin.”
“Bununla hiçbir alakası yok. Yani…büyüdüğünde, Dage’nın aslında sandığın kadar iyi, güçlü ve yetenekli olmadığını anladığın zaman, yine de Dage’nın herkesten daha iyi olduğunu düşünecek misin?”
“Tabii ki de!” dedi Zong Zi Xiao, sesinde en ufak bir tereddüt yoktu, “Dage her zaman kalbimdeki en güçlü, en iyi ve beni en çok seven kişi olacak.”
“Ya bir gün Dage’dan daha iyi olursan?”
Zong Zi Xiao donakalmıştı. Bu, hayalini kurmuş olmadığı bir şey değildi. Eğitim esnasında, dört ayak üzerinde disiplin altına alındığında sık sık Dage’sına cesurca meydan okumuştu. Ama Zong Zi Heng’in efsun yetenekleri sürekli büyüyen bir ağaç gibiydi. Kendisi büyüse de bu ağaç da büyümekteydi, bu yüzden Dage’sına hiçbir zaman yetişemeyeceğini düşünüyordu. Rekabetçi biriydi ama kendinden kat be kat yetenekli olan Dage’sına adeta tapıyordu. Aslında, bir gün Dage’sını gerçekten yenerse ne olacağını asla ciddi olarak düşünmemişti.
Ayrıca bu Zong Zi Heng’in de bu ihtimali ilk kez dile getirişiydi.
Zong Zi Xiao gözlerini kırpıştırdı, “Bir gün senden daha güçlü olsam bile, sen benim Dage’msın.”
Ardından güldü ve tekrar söze girdi, “Er ya da geç senden daha iyi olacağım. Sana önceden de demiştim. Ne oldu, korktun mu yoksa? Bana kaba davrandığın için pişman olacaksın.”
Zong Zi Heng hafifçe gülümsedi, “Dage senin bir gün onu geçeceğine inanıyor.”
Onunla Zong Zi Xiao arasındaki uçurum tamamen yaş farkından kaynaklanıyordu. Zong Zi Xiao’nun attığı her adım, onun yaşındayken atmış olduğu adımlardan daha yüksekti. En küçük kardeşini seviyordu ama onun kendisine yetişmesinden korktuğu için kendisini salmaya asla cesaret edemiyordu. Ama bunun beyhude bir çaba olduğunun da farkındaydı; iyi kılıçlar, büyülü silahlar, iksirler, bunların hiçbirine sahip değildi. Ve Zong Zi Xiao tüm bunlarla beraber aradaki farkı kapatabilirdi. Gelecekte bir gün bu kişi Zong Klanı’nın en büyük savaş gücü olabilirdi. Ve belki de Zongxuan Kılıç Tekniği’ni zirveye taşıyan kişi kendisi değil, Zong Zi Xiao olabilirdi.
Bu olasılıkları daha önce hiç düşünmemişti, belki de annesinin söyledikleri yüzünden etkilenmişti.
Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’in sözlerindeki farklılığı anında anlamıştı, birden ayağa fırladı ve çocukken hep yaptığı gibi Zong Zi Heng’in sırtına yaslanıp boynuna sıkıca sarıldı, “Dage, neden böyle şeyler söylüyorsun? Gelecekte hangimizin daha güçlü olacağının hiçbir önemi yok. İkimiz birlikte Jiuzhou’daki en güçlü kişiler olacağız!”
Zong Zi Heng kalbine yumruk atılmış gibi hissediyordu, sanki sisli bir hava göğsündeki tüm damarlarını tıkıyordu.
Bu sözler bilgelikle doluydu.
Neler düşünüyordu böyle? Nasıl kendinden yedi yaş küçük kardeşini kıskanabilirdi ki? Hep açık fikirli ve şeffaf olmaktan gurur duyardı ama en nihayetinde eski kafalı biri olup çıkmıştı. O ve Zong Zi Xiao kardeşlerdi, nasıl aralarında bir rekabet olabilirdi? El ele verirlerse, gelecekte kesinlikle tüm dünyaya hükmedebilirlerdi. Hatta bunu kendi annesine de söylememiş miydi? Bir çocuk bile bunu anlamıştı. Kafası böyle nasıl karışabilirdi?
Zong Zi Heng kendisini suçlu hissediyordu. Ayağa kalktı, arkasını döndü ve utanarak Zong Zi Xiao’ya sarıldı, “Xiao Jiu, haklısın. Güçlerimizi birleştirirsek gelecekte kimse bizi yenemez.”
Zong Zi Xiao sırıttı, “Dage, o zaman mutsuz olma.”
“Pekala,” dedi Zong Zi Heng, onun yanaklarını sıktı ve gülümsedi, “Neden bu kadar mutlusun?”
“Evlenmeyeceğin için mutluyum.”
“Yine saçmalıyorsun.”
“Hıh.”
Zong Zi Heng, “Ancak bu konuda şimdilik başka bir bilgi olmadığı için saraydan ayrılmam gerekiyor,” diyerek kendi kendine mırıldandı.
“Saraydan mı ayrılacaksın, nereye gidiyorsun?” diye sordu Zong Zi Xiao.
“Xu Zhen Ren’i bulmak için Chunyang Sekti’ne gidiyorum. Aslan İttifakı’nın izini sürmüş ve bir şeyler bulmuş. Bu kez o canavarları kendi elimle avlayacağım.”
“Beni de götür, beni de götür!” diye haykırdı Zong Zi Xiao aceleyle.
“Aklından bile geçirme.”
Üç yıl önce Gutuo Kasabası’na yapılan saldırıdan bu yana Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’yu dışarı çıkarmaya artık cesaret edemiyordu.
“Üç yıldır saraydan çıkmak için can atıyorum. Dage, lütfen beni de yanına al.”
“Hayır,” dedi Zong Zi Heng ve onun başını okşadı, “uslu ol ve Wuji Sarayı’nda kal. Okumalarını ve kılıç alıştırmalarını aksatıp tembellik yapma. Gelecek yılki Jiaolong Meclisi’ne hazırlanman lazım. Döndüğünde Dage sana bir hediye getirecek.”
Zong Zi Xiao öfkeyle dudaklarını büzdü.
Zong Zi Heng, bu küçük kardeşinin asla uysal ve itaatkar olamayacağını bir an için unutmuştu.