Zong Zi Heng huzursuz hissediyordu. Ormanda tenha bir yer buldu ve yarışma alanına geri dönmeden önce, orada yalnız başına alacakaranlığın çöküşünü seyretti.
Plana göre, Hua Yu Xin yakında harekete geçecekti. Yapması gerekenleri daha fazla erteleyemezdi.
Yol üstündeyken Li Bu Yu’ya rastladı.
Li Bu Yu önceki günün kasvetinden kurtulmuştu, “Ekselansları nereye gitti? Bütün gün sizi aradım.”
“Geziyordum,” dedi Zong Zi Heng sıcak bir şekilde, “Bu Yu beni neden arıyordu?”
“Ekselansları ile birlikte diğer sektlerin kılıç tekniklerini değerlendirmek istemiştim.”
Yarışma alanına yürürlerken ikili sohbet etti.
Li Bu Yu’nun bakışları aniden Zong Zi Heng’in beline yöneldi, “Ekselansları kılıcını mı değiştirdi?”
“Evet,” dedi Zong Zi Heng, kılıcını çıkardı ve ona gösterdi, “Bu kılıç bana Xu Zhen Ren tarafından verildi, Dev Ruh Köşkü’nün Lideri Ran’ın dövdüğü bir kılıç.”
Li Bu Yu bu beklenmedik iyilik karşısında şaşkına dönmüştü, “Bir bakabilir miyim?”
Bir kılıç ustasının kılıcı oyuncak değildi ve rastgele bir şekilde kimseye gösterilmezdi.
Zong Zi Heng güldü, “Gerçekten de görmek istiyor musun?”
Birkaç yıl önce bir seyahate çıkmıştı ve tesadüf eseri Li Bu Yu’yu kinci bir ruhtan kurtarmıştı. Aslında daha öncesinde Wuji Sarayı’ndayken tanışmışlardı fakat Li Xiang Tong yüzünden pek fazla konuşma fırsatı yakalayamamışlardı. O olaydan beri Li Bu Yu ne zaman Daming’e gelse mutlaka onu da ziyaret ederdi. Zong Zi Xiao, Li Bu Yu’yu biraz kurnaz olduğu için sevmese de, bu adamın zeki ve yakışıklı olduğunu kabul etmek zorundaydı. Wuliang Sekti’nin başına gelirse çok başarılı biri olacaktı.
“İstiyorum, istiyorum.” dedi Li Bu Yu, kılıcı iki eliyle ciddi bir şekilde aldı ve kalpten duygularla övmeye başladı, “Çok güzel bir kılıç, adı ne?”
“Jun Lan.”
“Ekselansları her zaman çok iyi isim seçer.”
Zong Zi Heng merak ediyordu, “Bu ‘her zaman’ da nereden çıktı şimdi?”
“Lan beyefendi demek; Heng ise yeşim. Ekselansları’nın kılıcı sizin gibi ve siz de adınız gibisin.” dedi Li Bu Yu, ifadesi çok samimiydi.
Zong Zi Heng bir kahkaha patlattı, “Bana bu isim babam tarafından verildi. O yüzden benim sayılmaz.”
“İmparator bu ismi verdiğine göre, Ekselansları’nın bu kelimeye layık olduğunu düşünmüş olmalı, bu yüzden sizin sayılabilir.”
“Sen, gerçekten de tatlı dillisin.”
İkili yarışma hakkında konuşup gülüşürken aniden Zong Zi Xiao’nun karanlık yüzüyle karşılaştılar.
“Neredeydin?” dedi Zong Zi Xiao mutsuz bir şekilde, “Ben savaşırken hiçbir yerde yoktun. Yoksa bütün bu zaman boyunca onunla mı birlikteydin?”
Li Bu Yu alaycı bir ifade takındı, “Dokuzuncu Ekselansları.”
“Biraz yorgundum ve dinlenmeye gitmiştim, geri dönerken Bu Yu ile karşılaştım,” dedi Zong Zi Heng, “Kazandın, değil mi?”
“Tabii ki de kazandım,” dedi Zong Zi Xiao ve Li Bu Yu’ya yandan bir bakış attı, “Benim kaybettiğim nerede görülmüş ki?”
“Kaybetmek” kelimesini özellikle vurgulamıştı, bunu duyunca Li Bu Yu’nun ifadesi değişti.
Zong Zi Heng ona onaylamayan bir bakış attı, “Tamam, Hua Hanım’ın yarışması başladı mı?”
“Başlamak üzere, unuttun sanmıştım,” dedi Zong Zi Xiao ve Zong Zi Heng’i çekti, “Acele edelim.”
Li Bu Yu da acele etmeden onları takip etti. Zong Zi Xiao ara sıra gizlice ona bakış atıyordu.
O esnada alacakaranlık iyice çökmek üzereydi ve yalnızca iki savaş kalmıştı. Buraya kadar gelebilen herkes çok yetenekliydi, ayrıca ertesi gün finale yalnızca sekiz kişi kalacaktı.
Hua Yu Xin, kadın efsuncularla kıyaslandığında hiç fena değildi. Bu yılki Jiaolong Meclisi’nde rakibi Chunyang Sekti mensubu olan Ye Yun Chen’di ve onun kazanacağına dair hiçbir şüphe yoktu.
Gittiklerinde Ye Yun Chen’in savaş arenasında Xu Zhi Nan ile konuşuyor olduğunu gördüler.
Üçünün geldiğini görünce Xu Zhi Nan gülümsedi, “Ekselansları, herkes seni arıyordu.”
Zong Zi Heng utanarak yanıtladı, “Biraz rahatsızdım o yüzden dinleniyordum.”
Ye Yun Chen ellerini birleştirerek onları selamladı fakat başını kaldırıp Zong Zi Xiao’yu gördüğünde yüzünde bir gencin gururlu ifadesi belirdi.
Zong Zi Xiao da Ye Yun Chen’e dik dik bakıyordu.
İkisi sanki birbirlerinin güçlerini ölçüyorlardı.
Xu Zhi Nan alçak sesle talimat verdi, “Yun Chen, Hua Hanım’a karşı merhametli ol ama çok da hafife alma.”
“Pekala, Da Shixiong.”
Li Bu Yu meraklanıyordu, “Xu Zhen Ren, bu gece dolunay var. Günbatımından sonra Yin enerjisinin inanılmaz derecede arttığını duymuştum. Yuanyang Tekniği bu zamanlarda daha mı zayıf oluyor?”
Xu Zhi Nan güldü, “Yuanyang Tekniği Yang enerjisinin en saf halidir. Sahiden de dolunay gecesi bizim için çok elverişsizdir. Dolunay gecesinde sektimizin efsuncuları etkilendikleri için genellikle dinlenir, ama bu güçlerinin zayıfladığı anlamına gelmez.”
Savaş arenasının diğer tarafında, Hua Jun Cheng de kız kardeşini cesaretlendiriyordu, ancak Hua Yu Xin’in dikkati dağılmıştı ve sık sık Zong Zi Heng’e bakıyordu. Diğer insanlara göre, Hua Yu Xin’in gerginliği Ye Yun Chen ile savaşacağı içindi, ama aslında gerçek nedeni bu değildi.
Savaş başladığında Ye Yun Chen kontrolü ele aldı, ne çok agresif hareketler yapıyordu ne de çok sakindi. Peş peşe bir dizi hamleden sonra nihayet savaşı sonlandırmaya karar verdi. Hua Yu Xin’in kılıç saldırısından kurtuldu ve avuç içiyle onu omzundan geriye doğru itti.
Bu darbeyle beraber Hua Yu Xin geriye doğru birkaç adım attıktan sonra yere düştü.
Ye Yun Chen elini uzattı, “Genç Hanım Hua, kazanmama izin verdiğiniz için teşekkürler.”
Ama Hua Yu Xin, sanki kendinden geçmiş gibi tepki vermeden yerde yatıyordu.
Hua Jun Cheng bağırdı, “Xin Er?”
Ye Yun Chen hafifçe kaşlarını çattı.
Hua Jun Cheng savaş arenasına atladı, Hua Yu Xin’i tuttu ve ruhani gücünü onun durumunu anlamak için kullandı, “Xin Er!”
Kalabalık biraz afallamıştı. Herkes Ye Yun Chen’in çok sert vurmadığını görmüştü, ayrıca karşısındaki kişi her ne kadar kadın efsuncu olsa da sıradan biri değildi. Nasıl tek bir hamlede bu hale gelmişti ki?
Hua Jun Cheng, Ye Yun Chen’e öfkeli bir bakış attı ama onu suçlayamazdı. Savaş arenasında kadın-erkek ayrımı yoktu, kazanmak ve kaybetmek kişinin yeteneğine bağlıydı. Eğer onu suçlamaya kalkarsa bu yalnızca onu kötü gösterirdi.
Ye Yun Chen, Xu Zhi Nan’a masum ve kafası karışmış gözlerle bakıyordu.
Aniden Hua Yu Xin gözlerini açtı.
“Xin Er, iyi misin….”
Sendeleyerek yerden kalkarken Hua Yu Xin’in ifadesi tuhaflaşmıştı. Sanki bir şeyi arıyormuş gibi etrafına bakınıyordu.
“Ne, sorun ne?” dedi Hua Jun Cheng, kız kardeşine endişeyle bakıyordu.
Xu Zhi Nan hafifçe öksürdü, “Yun Chen, az önce ne kadar güç kullandın?”
Ye Yun Chen aceleyle cevapladı, “On üzerinden üç ya da en fazla dört.”
“Altın özüm, altın özüm.” dedi Hua Yu Xin, bir eliyle karnını tutarken bir yandan mırıldanıyordu.
“Xin Er, neyden bahsediyorsun?” dedi Hua Jun Cheng ve Hua Yu Xin’i çekti, “Sorun ne?”
“Altın özüm!” diye bağırdı Hua Yu Xin ve Hua Jun Cheng’i şiddetle itti.
“Ne…altın özü mü?”
“Sorun nedir, ona neler oluyor?”
“Sanki şeytani bir ruh tarafından ele geçirilmiş gibi….”
Xu Zhi Nan savaş arenasının içine atladı ve haykırdı, “Kimsin sen?!”
“Altın özüm, benim…”
Hua Yu Xin sanki ruhunu kaybetmiş gibi amaçsızca dolaşıyordu ve karnını ölümüne koruyordu. Daha sonra Hua Jun Cheng’i fark etmiş gibi davranıp usulca seslendi, “Küçük Kaplan? Altın özümü gördün mü?”
Hua Jun Cheng donakaldı, gözleri fal taşı gibi açılmıştı, “Sen…sen…”
“Neler oluyor?” dedi Li Bu Yu, “Hua Hanım’a ne oldu?”
Xu Zhi Nan cebinden bir ruh toplama tılsımı çıkardı, fakat tılsım aniden yandı.
“Bu şeytani bir ruh, şeytani bir ruh!”
“Şeytani ruh mu? Ne cüretle Hua Hanım’ın bedenini ele geçirir?!”
“Burası efsuncularla dolu, Yang enerjisi bu kadar yoğunken nasıl olabilir ki?”
Savaş arenasının o tarafındaki kargaşa yavaş yavaş kalabalığı kendine çekiyordu
Zong Zi Heng söze girdi, “Bu şeytani ruhun söyledikleri çok tanıdık.”
Zong Zi Xiao da tekrarladı, “Evet, o zamanda da o kişi ‘altın özüm’ diyordu.”
Hua Jun Cheng, Hua Yu Xin’e solgun bir yüzle baktı, sesi titriyordu, “Sen benim…Amcam olabilir misin?”
“Amcası mı?” dedi Xu Zhi Nan, “Genç Efendi Hua’nın dediği kişi, Chen Xing Yong tarafından öldürülen mi….”
“Evet! ‘Küçük Kaplan’ lakabını bana küçükken o takmıştı.”
Xu Zhi Nan biraz düşündükten sonra devam etti, “Hua Hanım’ın bedeninde ona ait bir eşya bulunuyor mu?”
“Evet, Xin Er’ın hançeri.”
Hua Yu Xin kükredi, “Altın özüm, altın özüm burada, o burada!”
“Anlıyorum,” dedi Xu Zhi Nan hararetli bir şekilde, “Dolunay gecesi, Yuanyang Tekniği’ndeki Yang enerjisi düşer. Sektimizin enerjisi kötü ruhlar için çok çekici olduğundan dolayı, böyle zamanlarda Yin enerjisi için açık bir hedeftir. Bu ölen efsuncunun kini hala yok olmamış. Yaşarken sahip olduğu nesnelerin ve özlediği insanların peşinden gelmiş olması çok muhtemel. Yun Chen’den gelen o darbe Hua Hanım’ın vücuduna girmesine yardımcı olmuş olmalı.”
Chunyang Sekti’nin tüm öğrencileri onu hayranlıkla dinliyordu. Özellikle, dolunay gecesinde kötü ruhları kendilerine çektikleri doğruydu, ancak kötü ruhların bedenlerine sahip olmaya çalışması daha önce duyulmamıştı. Yine de kimse Da Shixiong’unu sorgulamaya cesaret edemiyordu.
Zong Zi Heng, arenada canlandırılan bu performansı izlerken soğuk soğuk ter döküyordu.
Zong Zi Xiao, Zong Zi Heng’in avucunu sessizce sıktı. Ağabeyi doğası gereği saf ve açık sözlüydü, bu yüzden bir pot kırmasını istemiyordu.
Hua Jun Cheng üzüntüye boğuldu, “Amca, gerçekten de sen misin?”
Hua Yu Xin hala “kendi altın özünü” arıyordu ve sesi Zong Ming He de dahil olmak üzere herkese ulaşmıştı.
Xu Zhi Nan cebinden başka bir iblis kovma tılsımı çıkardı, “Bunun için üzgünüm.”
“Bekle…” dedi Hua Jun Cheng aceleyle.
“Eğer bu şekilde devam ederse Hua Hanım zarar görecek, amcanız değil.”
“Ama altın özünün burada olduğunu söyledi,” dedi Hua Jun Cheng yumruğunu sıkarak, “Chen Xing Yong idam edildiyse, onun altın özünü kim yedi?!”
Chen Xing Yong’dan altın özünü satın alıp onu yiyen kişi kesinlikle kıdemli biri olmalıydı, o kişinin Jiaolong Meclisi’nde olduğunu herkes içten içe biliyordu.
“Altın özünü kim yedi?!” diye sordu Xu Zhi Nan.
“Altın özümü geri ver, altın özüm, burada…” dedi Hua Yu Xin, kendisini savaş arenasının dışına atmaya çalışıyordu.
Xu Zhi Nan arka arkaya üç kez sordu ama doğal olarak bir cevap alamamıştı. Hua Yu Xin’in bu kadar uzun süre rol yapıyor olması, onu endişelendiriyordu. Gözleriyle Hua Jun Cheng’in onayını aldıktan sonra iblis kovma tılsımını ona doğru attı.
Bu tılsım sıradan insanların üzerinde işe yaramazdı. Tılsım Hua Yu Xin’e dokunur dokunmaz, çığlık attı ve bayıldı.
Hua Jun Cheng kız kardeşine yaşlı gözlerle sarıldı, “Amca, intikamını kesinlikle alacağım.”
“Burada neler oluyor?!” diye sordu Zong Ming He.
Zong Zi Xiao yanıtladı, “Baba, Gutuo Kasabası’ndayken Dage ile beraber bulduğumuz Huaying Sekti mensubu olan kinci ruhu hatırlıyor musun? Az önce Hua Hanım’ın bedenine girdi.”
“Ne?” dedi Zong Ming He, inanmadığı açıkça belliydi, “Altın özü çalınan kişi mi?”
“Evet,” dedi Zong Zi Heng ve ellerini selamlamak için birleştirdi, “Baba, bu oğul Chen Xing Yong’u sorguladığında altın özünü alan kişiyi öğrenememişti, ama şimdi…”
Az önce olanlara herkes şahit olmuştu. Her ne kadar bilginin kaynağı kinci bir ruh olsa da, herkes Jiaolong Meclisi’nde bulunan birinin altın özünü yediğini biliyordu, bu yüzden çevreye bakınarak birbirlerini tartıyorlardı.
Zong Zi Heng gizlice Yan Shu’ya baktı ama ifadesi kesinlikle kusursuz görünüyordu. Zong Zi Heng gizlice yumruklarını sıktı, bu planlarının yalnızca ilk adımıydı. Ertesi gün bu canavarın gerçek yüzünü ortaya çıkaracağından kesinlikle emin olacaktı.
(İng Çevirmen) Ari’nin Notu:
Yönetmen: Xu Zhi Nan
Yapımcı: Zong Zi Heng
Kast: Hua Yu Xin (Ana karakter), Amca (var olmayan), Qi Meng Sheng, Yan Shu, Zong Zi Xiao, Wusheng Fırçası.
Oscar goes to……..Hua Yu Xin !!!! Alkış alkış