İkisi yeraltı sarayında uzun süre çıkış yolu aradılar ve sonunda önden gelen bazı yüksek sesleri duydular, sanki birisi yardım çığlığı atıyormuş gibiydi.
Sesi takip ettiler ve taş bir odada yaralı bir adam buldular. Chunyang Sekti mensubuydu ve efsuncu cüppesi kanla kaplanmıştı.
Hua Yu Xin ona yardım etmek için eğildi, “Yaralandınız mı?”
Adamın kanlar içinde olduğunu gören Zong Zi Heng, ciddi bir tehlikede olduğundan korktu. Qiankun kesesinden bir kan pıhtılaştırıcı hap çıkardı ve ruhani gücüyle yaralarını kontrol etmek için eğildi.
Ama tam yaklaştığı sırada, keskin koku alma duyusu sayesinde kan kokusunun altında hafif bir tütsü kokusu burnuna ilişti.
Afallamıştı, fakat başını kaldırdığı zaman, aç bir canavarın avına baktığı gibi vahşi gözlerle kendisine bakan bir çift göz gördü. O anda hemen Hua Yu Xin’i itti ve kendisi de birkaç adım uzaklaştı.
Zong Zi Heng karnında keskin bir acı hissetti, aşağı doğru baktığında gümüş bir hançerin yarısının ona saplandığını ve beyaz kıyafetlerinin kana bulandığını gördü.
“Ekselansları!”
Hua Yu Xin, Zong Zi Heng’in sallanan bedenini tuttu ve korkuyla yarasına baktı.
Zong Zi Heng kan pıhtılaştırıcı hapı alıp anında ağzına attı. Hançeri tuttu, dudaklarını ısırdı ve hızlı bir şekilde hançeri karnından çıkardı.
Bir ‘vıck’ sesi duyuldu ve her yere kan sıçradı.
Hua Yu Xin kılıcını çekerken gözleri yaşlarla doluydu. Kederli hissediyordu, sinsi saldırgana öfkeyle bağırdı, “Sen canına susamışsın!”
Ama Zong Zi Heng onu geri çekti ve keskin acıyı bastırarak boğuk bir sesle “Yapma” dedi.
Sinsi saldırgan, sanki hiç yaralanmamış gibi yerden fırladı.
Hua Yu Xin’in sesi çok sertti, “Ekselansları’na saldırmaya cüret ettin demek. Xu Zhen Ren nerede ve sana bu emri kim verdi?!”
Sinsi saldırgan soğuk bir şekilde gülümsedi, “Kendin sorabilirsin, tabii Da Shixiong’u canlı bulursan.”
“Lüzum değil,” dedi Zong Zi Heng sinsi saldırgana baktı, bakışları bıçak gibi keskindi, “Bu meselenin Xu Zhen Ren ile hiçbir ilgisi yok, değil mi, Yan Shu?”
Bu sözler üzerine yalnızca Hua Yu Xin dehşete düşmekle kalmamıştı, sinsi saldırgan bile afallamıştı.
Sinsi saldırgan genç ve yakışıklıydı, ayrıca epey uzun boyluydu. Chunyang Sekti’nin öğrencilerinin genel görünüşüne çok benziyordu. Yaşı yarım asırdan fazla olan Yan Shu olabileceğini kimse düşünmezdi.
“Ek, Ekselansları, neler diyorsunuz?” dedi Hua Yu Xin ve kafası karışmış bir şekilde Zong Zi Heng’e baktı.
Sinsi saldırgan, kana susamış bir gülümseme takındı, “Toy ve aptal bir velet olduğunu sanıyordum. Görünüşe göre seni hafife almışım. Nasıl anladın?”
“Kendini nasıl açık ettiğini tahmin et,” dedi Zong Zi Heng, kan pıhtılaştırıcı hapın etki etmesi ve ruhani gücünü yoğunlaştırması için biraz daha zamana ihtiyacı vardı.
Ama sinsi saldırgan onun ne yapmaya çalıştığını anlamıştı, ayrıca elinde başka bir kılıç daha vardı, “Zaman kazanmak mı istiyorsun? Fakat önemi yok, sen öldüğün sürece bu bir sır olarak kalacak.”
Hua Yu Xin onun elindeki kılıca baktı, “Sen, gerçekten de Yan Shu’sun.”
Yan Shu kılıcı kınından çıkardı ve Zong Zi Heng’e doğrulttu, “Sana konuşman için bir şans daha vereceğim, nasıl anladın?”
Zong Zi Heng derin bir tonla yanıtladı, “Dün gece, Bailu Köşkü’ndeydim.”
“Hahaha,” diyerek bir kahkaha patlattı Yan Shu, “Gerçekten de önemli bir şeyi gözden kaçırmışım.”
“Sen ve Cariye…” dedi Zong Zi Heng, yüzünde tiksinmiş gibi bir ifade vardı, “Son derece ahlaksızsınız.”
Hua Yu Xin badem gözleriyle dik dik baktı.
Bu sözler Yan Shu’yu anında sinirlendirmişti, “Biz mi ahlaksızız? Başkasının nişanlısını zorla çalan bir köpek daha ahlaksız değil midir?”
Zong Zi Heng çabucak beyin fırtınası yaptı, bir şeyi anlamış gibiydi, “Yoksa sen….”
“Evet, ben Chu Ying Ruo’nun nişanlısıyım. Çocukluk aşkıydık, birbirimizi her şeyden çok seviyorduk. Ama o it herif Zong Ming He, Jiaolong Meclisi’ndeyken ilk görüşte onu beğendi ve benim müstakbel karımı çaldı,” dedi Yan Shu, gözleri yoğun bir nefretle parlıyordu, “Ama aynı zamanda o yaşlı canavar Yan Shu’ya tüm ailemi öldürmesini emretti.”
Zong Zi Heng’in bedeni titredi. Bu adam, kendi babasının…
Hua Yu Xin, Zong Zi Heng’e garip bir bakış attı ve konuyu değiştirmeye çalıştı, “Sen ve Yan Su, siz, kendini Yan Shu gibi göstermek için Wusheng Fırçası’nı mı kullandın?”
Yan Shu’nun insanların önünde her zaman çok ifadesiz görünmesine şaşmamalıydı. Wusheng Fırçası ile çizilen yüz, Chunyang Sekti’nin Kemik Küçültme Tekniği’ndeki gibi, kemikleri ve kasları hareket ettirebilen bir silah değildi.
“Senin neslin hiçbir şey bilmiyor,” dedi sahte “Yan Shu” kılıcını kavradı, yakışıklı yüz hatları nefretle dolup taşıyordu, “On yıldan fazla oldu. O dönemde benimle beraber bu durumu bilen herkesi yok ettiler. Şu anda insanlar yalnızca Chu Ying Ruo’nun güzelliğinden bahsediyorlar, İmparator Zong Ming He’nin haremine girmeden önce nişanlı olduğunu bilen hiç kimse yok. Ama hala benim, Lu Zhao Feng’in, Yan Shu’nun kendi öğrencisi olduğumu hatırlayanlar var.”
Görünüşe göre Zong Zi Heng’in yüzünün kireç gibi olmasının tek sebebi kan kaybetmiş olması değildi. Çocukken sarayda, Chu Ying Ruo’nun bir zamanlar nişanlı olduğu ama İmparator’un onu zorla haremine kattığına dair bazı söylentiler duymuştu. Ama sonuçta o, Jiuzhou’daki en güçlü adamdı ve eğer bir kadını istiyorsa bu kimin umurunda olurdu ki?
“Şan ve zenginlik uğruna, Yan Shu, Zong Ming He’nin uşağı olmaya istekliydi ve benden kurtulmak istiyordu. Neyse ki bu musibeti atlatıp hayatta kaldım ve şans eseri Wusheng Fırçası’nı ele geçirdim. O canavar, ailemin gerçeği öğreneceğinden korktu ve Lu Ailesi’nden tam otuz yedi kişiyi katletti. Hatta babamı altın özü hırsızlığıyla itham etti!”
Zong Zi Heng aniden, Huang Hong ve Huang Wu’nun Gutuo Kasabası’nda kendisine bahsettiği altın özü olayını hatırladı, “Sen… Yanzhou Lu Sekti’nin mensubu musun?”
Lu Zhao Feng kan çanağına dönmüş gözleriyle ona baktı, “Yan Shu ve babam çok yakın iki dosttu. Hatta en kötü zamanlarında babam ona yardım etmişti. Benim Lu Sekti’m çok küçüktü, bu yüzden onun öğrencisi olup iyi bir eğitim almam için babam beni Wuyun Sekti’ne gönderdi. Yan Shu’nun bana kendi oğluymuşum gibi davranacağını umut ediyordu, ama o yalnızca iyiliğe düşmanlıkla karşılık veren bir canavardı!”
Hua Yu Xin çıkıştı, “Sen de bir canavarsın, hepiniz canavarsınız. Yan Shu sana zarar verdi, sen de gidip diğer insanlara zarar verdin. Onunla senin aranda ne fark var ki?”
Lu Zhao Feng gürültülü bir kahkaha attı, “Hahahahaha. Evet, evet, ama öyleysem ne olmuş? Güçlüyüm, intikamımı aldım hatta üstüne İmparator Zong Ming He’nin benim oğlumu büyütmesini sağladım hahahahaha―”
“Saçmalık!” diye bağırdı Zong Zi Heng, asla açıklanmaması gereken bir sır ortaya çıkmıştı, Lu Zhao Feng’in ağzını oracıkta dikmek istiyordu, “Sen delisin ve saçmalayıp duruyorsun. Hem babama hem de kardeşime iftira atmaya cüret ediyorsun!”
Yarası sanki bir bıçakla deşiliyormuş da acısını arttırıyormuş gibi sızlıyordu ama bu, Lu Zhao Feng’in kalbini delip geçen sözleriyle kıyaslanamazdı bile.
“Saçmalıyor olmamın ya da olmamamın bir önemi yok,” dedi Lu Zhao Feng ve yaklaşmak için birkaç adım attı, “Başlangıçta bu hanımefendiye zarar vermeyecektim ve Xu Zhi Nan’ı senin ölümünle suçlayacaktım. Fakat şimdi, hepiniz, ölmek, zorundasınız.”
Zong Zi Heng, Jun Lan’ı göğsünün önüne tuttu ve arkasındaki Hua Yu Xin’in önünde duvar gibi durdu, “Altın özümü almak istiyorsan, onurlu bir şekilde gelmeye cesaretin var mı, seni sinsi şerefsiz?”
“Seninle uğraşacak vaktim yok. Sadece altın özünü istiyorum. Yoluma çıkan herkes sadece ölecek,” dedi Lu Zhao Feng keyifli bir şekilde, “Yan Shu’ya ne olduğunu öğrenmek istiyor musun? Yalnızca altın özünü gözlerinin önünde yemekle kalmadım, onu diri diri parçalara ayırdım. Yüzünün derisini soydum ve defalarca boyamak zorunda kaldım. En sonunda ona benzemiştim. Babana yaranabilmek için yapmam gereken kaç tane canice şey oldu biliyor musun?”
“Kes sesini!” diye kükredi Zong Zi Heng, keskin kılıcı doğrudan Lu Zhao Feng’in kalbine sapladı.
Bu kişinin ağzından yüreğini paramparça edecek başka şeyler çıkmasından korkuyordu. İnanmıyordu, babasının altın özü hırsızlarıyla işbirliği içinde olduğuna inanmıyordu. Kendisiyle hiçbir kan bağı olmayan sevgili kardeşinin bu canavarın oğlu olduğuna inanmıyordu!
Hua Yu Xin de kılıcıyla saldırırken ikisi saldırılarını birleştirdi, darbeleri öldürücüydü.
Ancak Lu Zhao Feng’in derin efsun eğitimi ve mükemmel kılıç ustalığının yanı sıra Zong Zi Heng’in yaralı olması bu darbeleri kolayca geri püskürtmesini sağlamıştı.
Lu Zhao Feng savaşı çabucak bitirmek için kasıtlı olarak Hua Yu Xin’e doğru birkaç kere saldırdı ve Zong Zi Heng’i saldırı yapmak yerine onu koruması için gizlice yönlendirdi. Böyle bir çarpışmada kanamasının durması mümkün değildi.
Hua Yu Xin dişlerini nefretle gıcırdattı. Elinde mavi bir ışık parladı ve yedi küçük çanın asılı olduğu bir dizi bilezik belirdi. Bileğini salladı, çanlar şıngırtılı bir ses çıkardı ve ruhani gücünün yoğunlaşmasıyla beraber Lu Zhao Feng’e saldırdı.
Lu Zhao Feng’in ifadesi değişti ve hızlı bir şekilde darbeden kaçındı.
Zong Zi Heng bu fırsattan faydalanarak onun geri çekilmesini engelledi. Etrafındaki ruhani güç baskısı şiddetleniyordu, Lu Zhao Feng’in peşinden koşarak kılıcını acımasızca savurdu. Zongxuan Kılıç Tekniği, bir çarpışmayı çabucak bitirmeyi amaçlayan şiddetli ve agresif bir teknikti. Zong Zi Heng aslında Wuliang Sekti’nin geleneksel, zarif kılıç sanatını daha hoş buluyordu. Ama Lu Zhao Feng’e karşı savaşırken, binlerce kesik atarak onu öldürmek için sabırsızlanıyordu.
Hua Yu Xin, büyülü silahı olan Şıngırdayan Rüzgar Çanları’nın işe yaradığını gördüğünde, Lu Zhao Feng’in peşinden koştu ve çanları salladı. O esnada Zong Zi Heng’in kılıcı adeta bir ejderha gibiydi ve tüm gücüyle Lu Zhao Feng ile savaşıyordu. Nihayet durumu tersine çevirebilmişlerdi.
Şıngırdayan Rüzgar Çanları’nın etkisiyle beraber Lu Zhao Feng’in başı dönmeye başladı, iki kişinin güçlü saldırısı nedeniyle sonunda güçten düşmüştü.
Hua Yu Xin epey mücadele ediyordu. Şıngırdayan Rüzgar Çanları, cesur bir ruhun dişlerinden yapılmıştı ve kötü ruhlara karşı çok etkiliydi. Babası kendini koruması için ona bu büyülü silahı vermişti. Kendi tarafında olanlara zarar vermemek ve çanlarının sesini belirli bir yöne doğru göndermek için çok büyük miktarda ruhani güç kullanması gerekiyordu.
Zong Zi Heng’in kanı her yere damlıyordu. Hızı yavaşlıyordu ve çok fazla ruhani güç kullandığı için Hua Yu Xin de yorgunluk belirtileri gösteriyordu.
Yüzlerce hamleden sonra ikisi de yara almıştı. Zong Zi Heng güçlükle nefes alıyordu ve savaşmaya devam ettikçe, dayanması daha da zor hale geliyordu. Şu anda kullandığı o muazzam güç, daha çok batan bir güneşin son parıltısı gibiydi. Ne kadar çok parlarsa, o kadar çabuk sönecekti.
Lu Zhao Feng bunu fark ettiğinde, kasıtlı olarak hamlelerini durdurdu ve alaycı bir şekilde konuşmaya başladı, “Aslında oğlumla güzelce ilgilendiğin için seni acısız ve hızlı bir şekilde öldürecektim.”
“O leş sesini kes!” diye bağırdı Zong Zi Heng, öfkeden köpürüyordu, alnındaki damarlar patlamak üzereydi ve Lu Zhao Feng’i öldürmek için can atıyordu.
Lu Zhao Feng iğrenç bir şekilde sırıttı, “Babanın kaç tane altın özü yediğini öğrenmek ister misin?”
Zong Zi Heng’in vücudu sarsıldı. Odağını kaybetti ve Lu Zhao Feng’in kılıcıyla yaralandı.
“Ekselansları!” diye bağırdı Hua Yu Xin endişeyle, “Saçmalıklarına kulak asmayın. Sizi kışkırtmaya çalışıyor!”
“Haha,” diyerek güldü Lu Zhao Feng ve Hua Yu Xin’e baktı, “Amcanın altın özünün kimin midesine indiğini biliyor musun?”
Hua Yu Xin’in bedeni titremeye başladı.
“Evet, görkemli İmparator Ning Hua’dan bir başkasının midesine değil.”
“Seni soysuz!”
Zong Zi Heng tekrar hamle yaptı ve Lu Zhao Feng’in kılıcıyla keskin bir şekilde temas etti. Çakışan kılıçların sesi taş odada yankılandı ve buna Lu Zhao Feng’in zehir damlayan kelimeleri eşlik etti.
“Ve senin Xu Dage’nın Shidi’si, altın özü çok iyiydi,” dedi Lu Zhao Feng gülerek, “Hiçbir şey yapmadan İmparator Ning Hua, Yuanyang Tekniği’ne sahip oldu ve efsun yetenekleri daha yüksek bir seviyeye çıktı. Daming Zong Klanı’nı canlandırmak için yürekten çalışıyor. Doğuştan yetenekli olmadığı için böyle şeylere güveniyor.”
Zong Zi Heng’in öfkesi tavan yapmıştı. İçten içe kendisine sakin olmasını, bu adamın saçmalıklarına inanmamasını söylüyordu ama İmparator’un oğlu olarak bu söylenenlere nasıl kayıtsız kalabilirdi ki? Eğer durum gerçekten de böyleyse, tüm bunlarla nasıl başa çıkacaktı?!
Hua Yu Xin ağlamamak için kendisini zor tutuyordu, “İnanmıyorum, bunlara inanmıyorum!”
Şıngırdayan Rüzgar Çanları’nı tekrar salladı ve doğruca Lu Zhao Feng’in peşinden gitti.
Taş oda büyük değildi, bu yüzden Lu Zhao Feng’in istese de kaçabileceği pek fazla alan yoktu. Çanların sesi o kadar gürültülüydü ki sanki kafası yarılıp içi açılıyor gibiydi, öfkeyle Dağları Yürüten Kırbacı’nı çıkardı.
“Yu Xin, geri çekil!” diye bağırdı Zong Zi Heng, ruhani gücünün çılgınca serbest kalmasına izin verdi, Jun Lan Kılıcı elinde gümüş bir ışıltı yaymaya başladı ― Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Yedinci Seviyesi.
Lu Zhao Feng elindeki uzun kırbacı sıkıca kavradı ve şiddetle bağırdı, “Yalnızca bu da değil, Zong Zi Heng, bu dünyada senin altın özünü en çok isteyen kişi, SENİN BABAN!”
Zong Zi Heng bedenindeki tüm kanın çekildiğini hissetti ve bir ağız dolusu kan öksürdü. Jun Lan Kılıcı’yla yerden destek alarak düşmanının önünde yere çökmeyi reddetti.
Hayır, inanamıyordu, inanamıyordu, inanamıyordu!
“Ama bu kadar harika bir şeyi neden ona vereyim ki?” dedi Lu Zhao Feng ve şeytani bir şekilde kahkaha attı, “Altın özünün ne kadar eşsiz olduğuna dair hiçbir fikrin yok. Benim; Lu Zhao Feng’in ölümsüz efsun dünyasında en güçlü kişi olmam için harika bir basamak taşı olacak!”
Dağları Yürüten Kırbaç göz kamaştıran altın renkli bir ışık yaymaya başladı ve o anda tüm taşlar üstlerine doğru harekete geçti. Zong Zi Heng de aniden hamle yaparak kılıcıyla beraber çarpışmak için tüm gücünü serbest bıraktı.
Bam ― ―
Bütün oda yeni uyanmış bir canavar gibi sallandı, sanki her an onları yutmak için ağzını açmış o canavarın tam ağzının içindeydiler.
Zong Zi Heng, yuvarlanan kayaların arasında Hua Yu Xin’i gördü. Huaying Sekti’nin kılıç tekniği, güç ve nezaketle birleşiyordu. Hua Yu Xin kılıcıyla dans ederken bir fincan tabağı kadar zarifti. Arenada savaşırken pek çok delikanlı onu izlerken aşk sarhoşu olmuştu. Fakat bu kez, bu taş fırtınası onun kanatlarını kırmıştı, artık uçamıyordu.
Zong Zi Heng elini uzatmak için çabalayarak öne atıldı. Kırık kaya parçası Hua Yu Xin’e çarptığında, zaman bir anlığına durmuş gibiydi. Hayır, aslında zaman su gibi akıyordu; zaman yalnızca güçsüzler için yavaş akardı.
Zong Zi Heng yerde diz çökerek kan gölüne düşen Hua Yu Xin’e baktı. Ağzını açtı ve sessizce, acı içinde haykırdı.
Lu Zhao Feng, Zong Zi Heng’e doğru yürüdü ve kılıcını kaldırdı, “Bana inanmıyorsan, ölüler diyarına gidince amcana kendin sorarsın.”
Ani bir soğukluk patlaması onu vurdu ve Lu Zhao Feng şiddetle geriye doğru sıçradı. Bir ıslık sesiyle beraber taş duvara bir buz oku girdi. Oku hedefin merkezi olarak kullanan buz, duvarın neredeyse yarısını dondurarak her yöne hızla yayıldı.
Eğer bu ok bir insana denk gelseydi, sonuçları hayal bile edilemezdi.
Qi Meng Sheng ve Xu Zhi Nan aynı anda taş odada belirdiler.
Lu Zhao Feng isteksizce dişlerini gıcırdattı ve Dağları Yürüten Kırbaç’ı savurarak ikisine doğru taşlar göndermeye başladı. Aynı numarayı kullanarak hepsini ayrı düşürmeye çalışıyordu.
Qi Meng Sheng buz kristali olan uzun yayını gerdi, taş duvara basarak yere paralel şekilde koşmaya başladı. Yayını her çektiğinde, buzdan yapılmış bir ok uçtu, taşlar havada dondu ve ardından paramparça oldu.
Xu Zhi Nan ise inanılmaz bir hızla taş duvarın önünde belirdi ve bir elini bin kiloluk taş duvara dayadı.
Lu Zhao Feng geriye doğru bir adım attı.
Xu Zhi Nan’ın ses tonu oldukça sertti, “Bir grup çocuğa böyle alçakça saldırılar yapıyorsun, ne kadar da ahlaksızca.”
Lu Zhao Feng yüzünü buruşturdu ve geri adım attı. İkili, onun kaçacağını anlayınca hemen peşinden gitti.
Lu Zhao Feng, Dağları Yürüten Kırbaç’ı sallamaya devam etti ve yerdeki taşları yükseltmeye devam etti. Taş duvarlar hızla hareket etti ve bir bariyer oluşturdu. Lu Zhao Feng taş odadan gizlice çıktı, ardından gözden kayboldu.
Yaralılar için endişelenen ikili daha fazla onu takip etmedi. Zong Zi Heng’in yanına koştular ve onun kollarında ölmekte olan Hua Yu Xin’e baktılar. Nabzını ölçmek için ruhani güçlerini kullandıktan sonra ikisi de çaresizce başını eğdi.
Zong Zi Heng, Hua Yu Xin’in yüzündeki kanı nazikçe sildi. Bu güzel kızın yüzünü net bir şekilde görmek için çok uğraşmıştı ama o güzel yüzde şimdi yalnızca kırmızı bir leke vardı.
Hua Yu Xin ağzını açtı ve ağzından bir kez daha kan fışkırdı. Kan öksürdükten sonra cılız sesiyle mırıldanmaya başladı, “O gece…Cariye Shen bana…sizin karınız olmayı isteyip istemediğimi…sordu.”
“Yu Xin…”
Hua Yu Xin ağzının kenarlarını kıvırmak için mücadele etti ve yaşlarla dolu gözleri Zong Zi Heng’i net bir şekilde görmek için ellerinden geleni yaptı, “Ben…istiyorum…”
Bu son bakışı kendine sakladı.
Karanlıkta bir ışık huzmesi çıktı.
Zong Zi Heng acıyla yakındı, “Ahhhhhhhhh―”
Dünyası gözlerinin önünde paramparça olmuştu, tıpkı Dağları Yürüten Kırbaç’ın bir kaya parçasını kum tanelerine çevirmesi gibi. Tüm hayatı öyle parçalanmıştı ki; Zong Ming He, Zong Zi Xiao, Hua Yu Xin, artık hiçbir şey eskisi gibi olamazdı.
Bir anda babası, insanların altın özünü çalıp yiyen, hatta kendi oğlunun altın özüne bile göz diken bir şeytana dönüşmüştü. Canından çok önemsediği kardeşiyle kan bağı yoktu, hatta en büyük düşmanının oğluydu. Bunların üzerine masum bir hızı tehlikeye atmıştı ve o kız, ölmüştü.
Bu muazzam acı ve pişmanlık duygusu, onu mahvediyordu.
Xu Zhi Nan iç çekti, “Zi Heng, şimdi yas tutma zamanı değil. Dokuzuncu Ekselansları’nı bulmalı ve Lu Zhao Feng’i yakalamalıyız.”
“Dokuzuncu Ekselansları” derken sesindeki tereddüt açıkça belli olmuştu.
“Zi Xiao, Zi Xiao,” diye mırıldandı Zong Zi Heng, bu isim zihninde patlama etkisi yaratarak onu kendine getirdi. Xu Zhi Nan’in sözlerindeki farkı yakalamıştı, “Ne kadarını duydunuz?”
Qi Meng Sheng ifadesizce cevapladı, “Sizi bulmak için çan sesini takip ettik.”
Xu Zhi Nan da söze girdi, “O Şıngırdayan Rüzgar Çanları’ydı, değil mi? Ses çok yüksek değildi, ama uzun bir mesafe kat edebiliyordu. Ayrıca, çan sesi etrafındaki sesleri de taşıma yeteneğine sahipti. Bu yüzden konuşulanları duyduk, ve kim olduğuna dair kabaca bir tahminde bulunduk.”
Zong Zi Heng nefesini tuttu, paniklemiş olduğu gözlerinden okunuyordu, “Yeraltındaki herkes duydu mu?”
“Hayır, hayır,” dedi Xu Zhi Nan ifadesizce, “Hua Hanım, ruhani gücünü Şıngırdayan Rüzgar Çanları’nı kontrol etmek için kullandı. Bu sayede ses başka bir yere yayılmadı. Biz de ruhani güçlerimizi kullanarak o sesi takip ettik. Bu süre zarfında yolda kimseyle karşılaşmadık. Yani bizden başka duyan olmadı, için rahat olsun.”
Zong Zi Heng çaresizce Xu Zhi Nan’ın yakasını tuttu, yalvarır gözlerle baktı, “Ne olur…kimseye bir şey söylemeyin.”
Eğer Zong Zi Xiao’nun doğumuyla ilgili bir şeyler ortaya çıkarsa, her şey mahvolurdu ― Lu Zhao Feng’in söylediği şeyler yalan olsa bile.
Xu Zhi Nan gözlerini kıstı, “Hiç kimseye söylemeyeceğim. Ama iyileştiğinde, Shidi’me ne olduğuna dair senden bir açıklama bekliyorum.”
Zong Zi Heng sertçe başını salladı.
“Gidelim.” dedi Qi Meng Sheng, gözlerindeki soğuk ifadeyle beraber Hua Yu Xin’i aldı.
Xu Zhi Nan da yara bere içinde olan Zong Zi Heng’in kalkmasına yardım etti, “Bu labirenti kırdık ve bazı insanları bir araya topladık. Buradan ayrılmak zor değil ama kimsenin kalmadığından emin olmalıyız.”
“Xiao Jiu nerede? Lu Zhao Feng tarafından yakalanmış olmalı.”
“Eğer gerçekten de Lu Zhao Feng onun…” dedi Xu Zhi Nan, “Ona zarar vermez. Aksine, muhtemelen onu en güvenli yere göndermiştir.”
“Labirenti nasıl kırdınız?”
“Çok basit, yürüdüğüm yerdeki duvarları dondurdum,” dedi Qi Meng Sheng ve buzlanmış bir duvarı işaret etti, “Çok büyük bir alan değil, eğer büyük olsaydı Lu Zhao Feng’in gücü hemen tükenirdi. Taş duvarların konumunu değiştirmeye devam etti, bu yüzden bir çıkış yolu arayan çoğu insan birbiriyle karşılaştı. Ruhani gücünü aşırı derecede tüketmiş olduğunu düşünüyorum, dışarı doğru bir çıkış yolu açılmış olmalı.”
“Önce seni güvenli bir yere götüreceğim, sonra Meng Sheng ve ben gidip Dokuzuncu Ekselansları’nı bulacağız.”
“Ben de geleceğim.”
“Bu kadar yaralıyken, sadece bizi yavaşlatırsın.” dedi Qi Meng Sheng, soğukkanlı bir şekilde.
Zong Zi Heng sessiz kaldı.
Aniden, çok uzak olmayan bir yerden bir hışırtı sesi geldi.
Qi Meng Sheng “Kimsin?!” diye bağırdı.
İnce, uzun bir figür geldi, “Demek sizdiniz, çok şükür!”
O kişi Li Bu Yu’ydu.
Li Bu Yu o anda şoke oldu, “Ekselansları, ne, ne oldu size?”
Zong Zi Heng başını iki yana salladı.
Hep birlikte diğer insanların bir araya geldiği büyük taş odaya döndüler.
“Ekselansları!”
“Ekselansları yaralandı!”
“Aman tanrım, bu…Hua Hanım mı?!”
Zong Zi Heng’in gözleri donuktu, Hua Yu Xin’in cesedinin yanında sersemlemiş bir şekilde oturuyordu.
Li Bu Yu, Zong Zi Heng’in ağzına doğru bir hapı dikkatli bir şekilde yaklaştırdı, “Ekselansları, bu Wuliang Sekti’nin Zhenyuan Yulian hapı. Eğer içerseniz yaralarınız çok daha hızlı iyileşecektir.”
Zong Zi Heng, Li Bu Yu’nun elini itti, “Çok teşekkürler. Ama bu hap çok değerli, o yüzden gerek yok.”
“Ekselansları, lütfen için,” dedi Li Bu Yu, gözleri kızarmıştı, “Siz benim hayatımı kurtarmıştınız, ben sizin için bir şey yapamaz mıyım?”
Zong Zi Heng gözlerini kapattı, onu itecek takati yoktu. Tek bir kelime dahi etmek istemiyordu.
Li Bu Yu dikkatlice onun ağzını açtı ve hapı içirdi.
Yaklaşık bir saat sonra, Xu Zhi Nan ve Qi Meng Sheng, Zong Zi Xiao’yu geri getirmişti, ancak Lu Zhao Feng’i hiçbir yerde bulamamışlardı. Zaten elinde Dağları Yürüten Kırbaç gibi bir büyülü silah varken kaçması hiç de zor değildi.
Zong Zi Xiao “Dage!” diye bağırarak Zong Zi Heng’in yanına koştu. Onun yaralarla kaplandığını görünce endişeden delirmek üzereydi, “Dage, dage, iyi misin?”
Zong Zi Heng yavaşça elini kaldırdı ve Zong Zi Xiao’nun yüzünü okşadı, ses tonu yumuşacıktı, “Xiao Jiu, iyi misin?”
Zong Zi Xiao gözyaşları içinde başını salladı, “Nasıl böyle yaralandın? O alçak Yan Shu’yu parça pinçik edeceğim!”
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’ya sarılmak için mücadele etti, o kadar üzgündü ki gözyaşlarına boğulmamak için kendisini zor tutuyordu.
“Dage, sorun ne?” dedi Zong Zi Xiao, tarif edilemez bir üzüntü hissediyordu ve bu üzüntü onu derinden etkiliyordu.
“Bir şey yok, çok şükür ki iyisin.”
Xiao Jiu meselesiyle ilgili ne yapmalıydı? Lu Zhao Feng hayatta olduğu sürece Xiao Jiu’nun doğumuyla ilgili tüm sırlar ortaya çıkabilirdi. Eğer o gün gelirse, ne yapmalıydı? Bu hırslı, gururlu ve talihli çocuğun böyle bir aşağılanmaya maruz kalmasına ve ayaklar altına alınmasına nasıl izin verebilirdi ki?
ÇN: Li Bu Yu’nun doğum günü kutlamasında kinci ruh meselesi olmuştu. Kopan uzvunu yenilediği için Chunyang Sekti’nden sanmışlardı ama Zong Ming He olduğu ortaya çıkmıştı. Demek ki Zong Ming He, Xu Zhi Nan’ın shidisi Chen Yan Zhi’nin altın özünü yemiş…Şu lambayla hayatta tuttuğu öğrencisi… Neyse, RIP Hua Yu Xin…Benim ciğerim komple yok, sonraki bölümde görüşürüz…