Gece çöktükten sonra.
Zong Zi Heng sessizce yataktan kalktı ve üstünü giyindi.
Tam iyileşmemiş olmasına rağmen yaralarına aldırmadan güç bela herkesin dikkatini dağıttı, amcasının iyi olduğunu öğrenmesi gerekiyordu.
Wuji Sarayı bir dağın yakınında inşa edilmişti. Dağda yüksek rütbeli efsuncuların kendilerini geliştirmek için inzivaya çekildiği bir mağara evi vardı. Mağara evi, ruhani enerjinin çok yoğun olduğu Jiuzhou’da antik çağlarda oluşmuş bir yerdi. Geçen milyonlarca yılda ölümlü diyardaki ruhani enerji giderek azalmıştı, bu yüzden mağara evleri ender bulunuyordu. Tüm büyük sektlerin ataları bu mağarada kendi sektlerini inşa etmek için savaştılar. Mağara evi, teknikler ve büyülü silahlar; işte, büyük bir klan olmak için gereken üç şey buydu.
Zong Klanı’nın mağara evi güçlü bir şekilde korunuyor, atalardan kalan düzen hala muhafaza ediliyordu. İçeriye Zong kanına sahip olmayan kimse giremezdi. Zong Zi Heng buraya birkaç kez gelmişti ancak ilk defa gizlice girecekti. Zong kanından olduğu için sınırlardan kolayca geçebilirdi.
Zong Zi Heng muhafızları atlatıp sorunsuz bir şekilde içeri girdi.
Zong Ming Fu’nun kaldığı yerin dışında, birisinin rahatsız etmesini engellemek için koyulmuş bir sınır vardı. Bu sınır Zong Klanı’nın bulduğu özel bir efsundu. Zong Zi Heng efsunu bozmadan sınırı geçti ve evin önüne geldi. Sıkıca kapatılmış kapıya baktı ve uzun bir süre duraksadı.
İnzivaya giren kişi perhiz uygulardı, bu nedenle de yanına kimse yaklaşamazdı. Yani, içeride olup bitenden dışarıdakilerin haberi olmazdı. Eğer Lu Zhao Feng yalan söylediyse amcasının inzivasını boş yere bozmuş olacaktı ve eğer duyulursa, kimseye durumu açıklayamazdı.
Geriye doğru birkaç adım attı ve sessizce çatıya çıktı, kiremitlerden birini kaldırıp aşağıya baktı.
Aşağıda hiç kimse yoktu.
Zong Zi Heng’in kanı çekildi, vücudundaki tüm yaralar sızlamaya başladı.
Çatıdan atladı, kapıyı açtı ve hemen içeri koştu.
İhtişamlı Wuji Sarayı’ndaki şatafatın aksine burası çok sadeydi. İnzivanın geleneksel olarak hem bedeni hem de insan doğasını geliştiren çileci bir uygulama olmasından dolayı, içeride zihni uzaklaştıracak hiçbir gereksiz eşya bulunmuyordu.
Odayı hızlı bir şekilde süzdü, kimsenin gizlenebileceği bir yer yoktu.
Ne Zong Ming Fu ne de başka birisi vardı.
Dünyadaki herkes Zong Ming Fu’nun burada beş yıldır inzivada olduğunu sanıyordu. İnziva öyle çocuk oyuncağı değildi, kimse zırt pırt inzivadan ayrılamazdı. Nereye gitmiş olabilirdi ki?
Zong Zi Heng derin bir nefes aldı ve çaresizce odada dolaşmaya başladı.
Yoksa Lu Zhao Feng’in söyledikleri doğru muydu? Amcası…
Aniden Zong Zi Heng, zemine serilen hasır paspasların, biri diğerinin altına geçmiş şekilde, hizalanmamış iki parçaya sahip olduğunu gördü.
Amcası çok titiz bir insandı, temizlik ve düzen onun için son derece mühimdi. Üzerine oturduğu paspasların böyle olmasına asla izin vermezdi. Burada başka biri olmalıydı.
Hasırın altında koyu kahverengi lekeler gördü. Kalbi sıkışmaya başladı tüm hasırı kaldırdı lekeler kurumuştu ― Bunlar kan lekesiydi!
Zong Zi Heng’in bacakları güçsüzleşti ve yere çöktü.
“Amca…” dedi Zong Zi Heng, titreyen parmaklarıyla yerdeki kanı okşadı, kasvetli soğuk hava bedenini sardı, kanı donmuştu.
Amcası, Shizun’u, üç yaşından beri onu yetiştirmiş ve ilk kılıcını hediye etmişti…
Beş yıl önce amcasının omzunu sıktığını ve ona şu cümleleri söylediğini anımsadı; “Heng Er, artık bir yetişkinsin. Zong Zi Xiao’yu sen yetiştirebilirsin. Amcan gözü arkada kalmadan inzivaya çekilebilir. İnzivadan çıktığım gün, Kesinlikle Cennetin Sekizinci Seviyesine ulaşacağım ve Daming Zong Klanı’mın gücüne güç katacağım.”
Zong Zi Heng kan birikintisine doğru eğildi, alnını soğuk zemine yasladı. Acıyı iliklerine kadar hissediyordu, gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı.
Lu Zhao Feng’in Zong Klanı’nın mağarasına girmesi mümkün değildi, bu yüzden birisi ona söylemediyse burada neler olduğunu bilmesinin hiçbir yolu yoktu, yani söylediği şeyler… gerçek miydi?
Baba, kendi kanından kardeşini öldürdün….Gerçekten böyle bir şey yapmış olabilir misin?
Zong Zi Heng telaşlı ve korkmuş bir şekilde yatak odasına geri döndü, Zong Zi Xiao kollarını bağlamış, ciddi bir ifade takınmış şekilde sevimli küçük yüzüyle yatakta oturuyordu.
“Sen neden…”
“Neredeydin?” diye sordu ikisi birbirine aynı anda.
“Hala yaralısın, bu kıyafetle ne halt ediyorsun?” dedi Zong Zi Xiao, yanına geldi ve yüzüne baktı, “Benden tam olarak ne saklıyorsun? Bizim aramızda hiç sır olmazdı, öyleyse neden Xu Zhi Nan ile tanıştığından beri hep benden bir şeyler saklıyorsun?”
Zong Zi Heng ıstırap içindeydi, fiziksel ve zihinsel olarak o kadar bitkindi ki, daha fazla bir şey söylemek bile istemiyordu. Kafasını çevirdi, “Hala toysun, daha fazla soru sorma.”
Zong Zi Xiao öfkelenmişti, “Daha önce hiç beni böyle başından savmamıştın, benden ne saklıyorsun?”
Zong Zi Heng, sanki bir ölüm kalım savaşından çıkmış gibi çaresizce kendini yatağa bıraktı, geride sadece yaralanmış ve ziyan olmuş bedeni kalmış gibiydi.
“Senin, senin neyin var?” dedi Zong Zi Xiao, onu bu halde görünce daha da endişelenmişti, “Doğru düzgün iyileşmemişken etrafta dolaşmaya nasıl cüret edersin?! Babam dışarı çıkmana bile izin vermiyor, ya dışarı çıktığın fark edilseydi?”
Ardından Zong Zi Heng’in nabzını yokladı ve yarasını kontrol etti. Kalbi sızlıyordu ama aynı zamanda da öfkelenmişti, “Şu haline bak, yaran yine kan sızdırıyor.”
Zong Zi Heng sessiz kaldı, küçük kardeşinin onu temizleyip giydirmesine ve bandajlarını değiştirmesine izin verdi.
İşi bittiğinde, Zong Zi Xiao yatağın kenarına oturdu ve bir an Zong Zi Heng’e baktı. Sonra aniden uzandı ve içi kıpkırmızı olmuş gözlerinin kenarını okşadı, “Dage, ağlıyor muydun?”
Zong Zi Heng’in boş bakışları değişti. O derin, kara gözler artık nazik değildi; sanki muazzam bir üzüntünün yansıması gibiydi.
Zong Zi Xiao dişlerini sıktı, “Hua Yu Xin yüzünden mi?”
Zong Zi Heng’in ağzını bıçak açmıyordu.
“Onu gerçekten sevdin mi?” dedi Zong Zi Xiao, ses tonu teslimiyetle doluydu.
Zong Zi Heng hafifçe başını salladı, “Xiao Jiu, biliyorsun, ölmeden önce benimle evlenmek istediğini söyledi.”
Zong Zi Xiao yüzünü çevirdi, parıldayan bakışları öfkeyle karıştı, gergin çenesi şimdiden bir erkek olduğunu gösterir nitelikteydi, “Ama o öldü ve seninle asla evlenemeyecek.”
Zong Zi Heng gözlerini kıstı, soluk dudakları hafifçe kekeledi ve sonunda hiçbir şey söylemedi.
Zong Zi Xiao, onun duygu dolu ağlamaklı ifadesine baktı ve bu kötü sözleri söylediğine pişman oldu, “Dage, eğer evlenmek istiyorsan, o zaman ben büyüyene kadar bekle, seninle evleneceğim.”
Zong Zi Heng, onun çocukça sözlerini yalnızca oldukları gibi algıladı ve aldırış etmeden, “Aptal çocuk,” dedi.
“Çok iyi değil mi? Annem en çok sevdiğin kişiyle evlenmenin dünyadaki en büyük mutluluk olduğunu söyledi,” dedi Zong Zi Xiao ve ona baktı, gözleri gökyüzündeki yıldızlar kadar parlaktı, “Ben en çok Dage’yı seviyorum ve Dage da beni seviyor, değil mi?”
Zong Zi Heng, Zong Zi Xiao’nun dediklerine aldırmadan. Chu Ying Ruo’nun aklından geçenleri düşündü ve bunu söyledikten sonra yaptıkları aklına gelince ürperdi.
“Dage?” diye seslendi Zong Zi Xiao onu dürterek, bir yanıt istiyordu, “Öyle değil mi?”
Zong Zi Heng umursamaz tavırla, “Yine saçma sapan şeyler söylüyorsun. Kardeşler birbiriyle evlenemez.” dedi.
“Daha önce olmadı diye, bundan sonra da olmayacağı anlamına gelmez. Biz başlatırız.”
Zong Zi Heng yavaşça yatağa uzandı, “Yoruldum, sen de geri dön artık.”
Zong Zi Xiao ağabeyine baktı ve mırıldandı, “Ben ciddiyim.”
“Hmm,” dedi Zong Zi Heng ve kayıtsız kaldı. En küçük erkek kardeşi kibirli ve kendini beğenmiş bir şekilde büyümüştü ve bu onun tuhaf şeyler söylediği ilk sefer değildi.
Zong Zi Xiao memnuniyetsiz bir şekilde tekrar homurdandı, “Hala bana cevap vermedin. Nereye gitmiştin?”
“Saraydan ayrılmak istedim ama çıkamayacağımı anladım ve geri döndüm.”
“Xu Zhi Nan’ı görmek için mi?”
“Mn.”
“Hıh.”
Odada birden sessizlik oldu.
Uzun bir süre sonra, Zong Zi Xiao sessizliği bozdu, umutsuz ses tonuyla söze girdi, “Dage, neden son günlerde bana soğuk davranıyorsun?”
Bu yakınmayı duyunca Zong Zi Heng’in kalbi yumuşadı. Yatakta sırtı ona dönük oturan kardeşine baktı ve kardeşinin zor zamanlarda kafasındaki kötü düşüncelerle nasıl yüzleştiğini düşündü. Küçük ve tombul bir sırttan, sağlam bir genç adama, birkaç yıl içinde de bir erkek görüntüsüne kavuşacaktı. Belki de kendisinden bile uzun olacaktı ve artık ona her şekilde güvenen en küçük kardeşi olmayacaktı.
Zaman nasıl bu kadar hızlı geçiyordu ki? Hayat tıpkı geceye aldırış etmeden kayıp giden bir yıldız gibiydi.
Zong Zi Heng sesini yumuşattı ve teskin edici bir şekilde, “Dage zor zamanlar geçiriyor ve biraz zamana ihtiyacı var, bu senden uzak durduğu için değil.” dedi.
“Zor zamanlar geçirdiğini biliyorum, bu yüzden sana destek oluyorum ya,” dedi Zong Zi Xiao, arkasına döndü ve sert bir tonla devam etti, “Pişmanlık hissediyorum. En başta beni saraydan çıkarmana asla izin vermemeliydim, böylece Gutuo Kasabası’ndan geçip bu kadar çok hengameye karışmamış olurduk.”
Bu sözler Zong Zi Heng’in kalbini deldi. Son dört yılda olan her şeyi tekrar düşününce, her şeyi yeniden yapabilseydi hangisini seçerdi? Jiaolong Meclisi’ne katılmış, şampiyonluğu kazanmış, babasının onayını kazanmış ve aynı zamanda da annesine istediğini vermiş olacaktı. O zaman bunların hiçbiri yaşanmayacaktı.
Gerçekten böyle mi olacaktı?
Hayır, Chen Xing Yong ve Lu Zhao Feng hala insanlara gaddarca davranıyor olacaklardı. Amcası yine ölmüş olacaktı ve kendi babası, belki başka yollarla altın özünü çalmaya çalışacaktı. Gerçeklerden uzak kalması dışında hiçbir şey değişmeyecekti. O halde, aklının başına daha erken gelmesini tercih ederdi.
Zong Zi Heng, vücudunun her zerresinde dolaşan korkuya aldırış etmeden gözlerini kapadı.
Şu anda bile inanamıyordu, inanmak istemiyordu. Kafasında her türlü bahaneyi üretti. Kendi babasının altın özünü çalmak isteyişini bir türlü kabul edemiyordu.
Kötü bir geçmişi olsa bile, sevilmemiş olsa bile, sonuçta onlar baba oğuldu.
Zong Zi Xiao, Dage’sının düşüncelerde kaybolmuş haline bir kez daha baktı ve anında bu sözleri söylediğine pişman oldu, “Dage, dinlenmelisin. Sabah sana eşlik etmek için geri geleceğim.”
Daha sonra isteksizce kalktı ve kapıya yöneldi.
“Xiao Jiu.”
Zong Zi Xiao arkasına baktı.
Zong Zi Heng keskin bir tonla seslendi, “Ne olursa olsun, sen benim küçük kardeşimsin. Dage’nın en çok sevdiği kişisin.”
Zong Zi Xiao heyecanlı bir yüzle gülümsedi, “Mn, biliyorum.”
Ne olursa olsun Dage seni hep koruyacak.
ÇN: Eşek sıpaları…Sonrasında olacak şeyleri düşündükçe fenalık geliyor :/ Xiao Jiu neden bu kadar tatlı ve masumsun? Seni de ne Yüce İblis’e çevirdi???