İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 77. Bölüm

Wu Chang Jie 77. Bölüm

Zong Zi Heng ne yapacağını bilemeden öylece donup kalmıştı, Shen Shi Yao’nun Cymbidium saksısını temizleyişini izliyordu.

Tıpkı amcasının öldüğünü öğrendiği günkü gibi, sanki tüm Jiuzhou başına yıkılmıştı ve elinden hiçbir şey gelmiyordu.

Kendi annesi ve babasıyla ilgili ne yapabilirdi?

Fakat onları durdurmak zorundaydı, bedeli ne olursa olsun daha fazla insanın öldürülmesine izin veremezdi!

Zong Zi Heng, oradan çıkmak üzere olan annesinin önüne dikildi ve sert bir bakış attı, “Ne yaptığını sanıyorsun?”

Shen Shi Yao saçlarını kulaklarının arkasına attı, “Çok yoruldum, gidip uyuyacağım.”

“Gelecek sefer ne yapacağını soruyorum,” dedi Zong Zi Heng dişlerini sıkarak, “Eğer Xiao Jiu’ya zarar verirsen….”

“İmparator olduğun sürece, o senin sevgili küçük kardeşin olarak kalacak,” dedi Shen Shi Yao ve alaycı bir kahkaha attı, “Yoksa, kim bilir ona ne yaparım?”

Zong Zi Heng’i itti ve kendinden emin bir şekilde dışarı çıktı.

Zong Zi Heng’in zihni alev almıştı. Shen Shi Yao’nun kolunu çekiştirdi ve ağır bir gümbürtüyle dizlerinin üstüne çöktü, “Anne, Xiao Jiu benim en değerli hazinem. Babama ve İmparatoriçe’ye karşı ne kadar kin güdersen güt, o masum bir çocuk. Eğer ona zarar vermeye kalkarsan, karşılık olarak kendi hayatımı sunarım.”

Shen Shi Yao öfkeyle Zong Zi Heng’e baktı ve dişlerini sıktı, “Sen…çok yumuşak kalplisin! Böyle pısırık davranarak nasıl güçlü bir hükümdar olabilirsin ki?!”

“Güçlü olmak için birbirimizle savaşıp vicdanımızı kaybetmemiz mi gerekiyor?!” diye bağırdı Zong Zi Heng, “Eğer Zi Xiao’ya dokunmaya cüret edersen, senin işlediğin günahların karşılığını canımla ödeyeceğim!”

Shen Shi Yao o kadar sinirliydi ki, bedeni titriyordu. Bir eliyle Zong Zi Heng’in çenesini tuttu, “Oğlum, nasıl bu kadar nazik ve iyi kalpli olabilirsin? Kurtlar zaten seni yemek için fırsat kolluyor, kuzu olmaya bu kadar mı heveslisin?”

“Şan ve zenginlik Tao’nun kalbine karşı gelmektir. Senin kalbindeki Tao nedir?”

Shen Shi Yao, Zong Zi Heng’e bir tekme attı, “Deli saçması!”

Zong Zi Heng yere serilmişti, tüm vücudu soğuk ve kaskatıydı, sanki ölmüş gibiydi ― Jiaolong Meclisi’nden bu yana kalbi bitmek bilmeyen işkencelere maruz kalmıştı. Kalbine saplanan her bıçak darbesi, en yakınlarından geliyordu.

Uzaklara kaçmak, her şeyi ardında bırakmak, bu cehennemin içinden çıkmak ve en yakınında olup da kalbine korku salan herkesten uzaklaşmak istiyordu. Gökyüzü uçsuz bucaksız, denizler ise engindi. Dışarıya atacağı birkaç adım sonunda özgürlüğünü kazanmış olacaktı. Ama eli kolu bağlanmış, ağzı kapanmıştı, yalnızca aralıktan sızan ışığı izleyebiliyordu.

Kapının dışından Zong Zi Xiao’nun tanıdık sesi geldi, sanki kederin ne olduğunu hiç bilmiyormuş gibi neşeyle “Dage!” diye seslendi.

Zong Zi Xiao içeri girdiğinde, Zong Zi Heng yerden kalkmıştı ve buruşan kıyafetlerini düzeltmekteydi.

“Dage, ne oldu?” dedi Zong Zi Xiao ve birkaç adım attı, “Yine, yine ağlıyor musun? Cariye Shen yüzünden mi?”

Zong Zi Heng zavallı görünen ifadesini saklamaya çalıştı, “Ne işin var burada?”

“Dage, tam olarak sorunun nedir?” dedi Zong Zi Xiao, canı sıkılmıştı, “Sana ne söyledi? Kavga mı ettiniz?”

“Soru sorma.”

“Neden bütün gün düşüncelerde kayboluyorsun ve bana hiçbir şey söylemiyorsun? Anlat bana, ben senin endişelerini ve tüm yükünü paylaşırım.”

“Nasıl endişelerimi paylaşabilirsin ki?” diye kükredi Zong Zi Heng.

Zong Zi Xiao donakaldı.

Zong Zi Heng yüzünü sildi, “Yetişkinlerin meselelerinden uzak dur.”

Zong Zi Xiao dişlerini gıcırdattı, “Benim yüzümden mi?”

“….Kimden duydun?”

“Kimin söylediğini özellikle söylemem mi gerekiyor?” dedi Zong Zi Xiao, ince dudakları hafifçe büzülmüştü, “Cariye Shen de dahil olmak üzere herkesin Shen Nong Kazanı’nda arındırılan bir kılıca sahip olmamı istemediğinin farkındayım.”

Daha sonra Zong Zi Heng’e berrak gözlerle baktı, “Yoksa Dage da mı istemiyor?”

“Hayır, kılıçla alakası yok,” dedi Zong Zi Heng ve yorgun bir şekilde sırtını döndü, “Diyeceğin başka bir şey yoksa lütfen git, ben çok yorgunum.”

“Beni her şeyin dışında bırakma artık!” diye haykırdı Zong Zi Xiao, epey öfkelenmişti, “Benden her şeyi saklıyorsun ve giderek uzaklaşıyorsun. Sanki benden soğumuş gibisin. Fark etmediğimi mi sanıyorsun? Neden bana böyle davranıyorsun? Yanlış bir şey mi yaptım? Hep birbirimize çok yakındık. Neden bana böyle davranıyorsun?”

Zong Zi Heng kederle kaşlarını çattı, “Dage aslında….ben….”

“İmparator olmamı istemiyorsun. Shen Nong Kazanı’nda arındırılmış bir kılıca sahip olmamı istemiyorsun. Sen ne istersen onu yapacağım,” dedi Zong Zi Xiao, bakışları deniz kadar sakin ve derindi, “Taht ya da ilahi bir kılıç, benden ne istersen sana veririm.”

“Xiao Jiu, Dage öyle demek istemedi,” dedi Zong Zi Heng, dili damağı kurumuştu. Açıklayamayacağı kadar çok sır saklıyordu ve belki de açıklamaya gerek yoktu.

Zong Zi Xiao uzandı ve parmak uçlarıyla ağabeyinin kızarmış gözlerini sildi, “Ben sadece Dage’mın mutlu olmasını istiyorum.”

Zong Zi Heng’in kalbi paramparça olmuştu.

O anda bir kethüda aceleyle koştu, “Ekselansları, Ekselansları, çok kötü bir şey oluyor!”

Zong Zi Heng’in kalbi sıkıştı, “Ne oldu?”

“Hemen orkide bahçesine gidip bakmanız gerekiyor!”

İkisi doğrudan orkide bahçesine doğru koştu.

Bütün kış uykuda olan bitkiler yeni yeni filizlenmeye başlamıştı ama havalar henüz tam anlamıyla ısınmadığı için toprağa sıkıca tutunamamışlardı. Yıllar geçtikçe Zong Zi Heng, yeniden çiçek açacaklarını umarak onlarla ilgilenmiş ve gözetmişti.

Ama şimdi hepsi birer birer yerlerinden sökülmüşlerdi. Böceklerin ölmeden önce bacaklarını titretmesi gibi, sanki o cılız bedenleriyle hayata tutunmaya çalışıyorlardı. Yerlere saçılmış olan toprağın içinden yeşil bir kan nehri akıyordu.

Shen Shi Yao çiçek bahçesinin ortasına dikilmişti. Yumuşak ve ağırbaşlı görüntüsünden uzaklaşmış, sanki insanları katleden vahşi bir şeytana benziyordu.

Zong Zi Heng taş gibi donakaldı.

“Durun!” diye kükredi Zong Zi Xiao.

Toprakları kazan saray hizmetkarları onun sesini duyunca irkildiler.

Shen Shi Yao soğukça seslendi, “Kazmaya devam edin. Tüm bitkileri koparın, geride tek bir kök bile kalmasın.”

“Kafayı mı sıyırdın?” dedi Zong Zi Xiao, kılıcını kınından çıkarırken görgü kurallarını çoktan geride bırakmıştı, “Dage’mın çiçeklerine dokunanın elini keseceğim.”

Shen Shi Yao çenesini kaldırdı, “Kazın.”

Zong Zi Xiao kılıcını çekip harekete geçmek üzereydi ki muazzam bir güç tarafından durduruldu.

“…..Dage?”

Zong Zi Heng annesine ölümcül bir bakış attı. Önündeki manzarada mahvolan şeyler bin bir emekle yetiştirdiği çiçekler değil, annesinin nazik ve şefkatli görüntüsüydü. Onca yıldır anne oğul olarak yaşadıkları, birbirlerine duydukları sevgi kürek darbeleriyle beraber usulca yok ediliyordu.

Dünyanın dört bir yanından topladığı, sayısız saatlerini harcadığı çiçeklerin paramparça edilişini ve ayaklar altında ezilişini izliyordu. Kimsesizliğin soğuk çığlığını işitiyordu, ama kimin ağladığını bilmiyordu.

“Dage, onların çiçekleri mahvetmesine izin mi vereceksin?” diye sordu Zong Zi Xiao aceleyle.

Zong Zi Heng, kardeşinin bileğini kilden bir heykel kadar hareketsiz bir şekilde kavrıyordu.

Kendi gözlerinin önünde orkide bahçesi tamamen yok edilmişti.

Shen Shi Yao, oğluna bakarken yavaşça onlara doğru yürüdü, “Kalbinde çok fazla bağlılık olmamalı.”

“Delirdin mi?” dedi Zong Zi Xiao hiddetle, “Dage ne hata yaptı da onu bu şekilde cezalandırıyorsun? Dage’nın bu çiçeklere on yıl boyunca emek verdiğini bilmiyor musun?!”

Shen Shi Yao, Zong Zi Xiao’ya kederli bir bakış attı fakat arkasını döner dönmez yüzüne o sahte gülümsemesini çoktan yerleştirmişti.

Orkide bahçesindekiler dışarı çıktıktan sonra Zong Zi Heng’in dizlerinde derman kalmadı ve aniden yere çöktü.

“Dage,” diye seslendi Zong Zi Xiao, ağabeyinin cesaretinin tamamen kırıldığını hissetmişti, kalbi acıyla sızlıyordu. Sanki nefes alamıyormuş gibi hissediyordu, “Dage, onları tekrar dikelim. Bazıları hala canlı, hadi onları tekrar dikelim, olur mu?”

Zong Zi Heng tek kelime etmedi, kılı bile kıpırdamıyordu ve gözleri kasvetliydi.

Bir bahar yağmuru, tam vaktinde bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. Gökten düşen gümüş parıltılar, çiçekler için bir cenaze töreniydi sanki.

Zong Zi Heng’in gözyaşları yağmurla karıştı ve usulca yere damladı.

Zong Zi Xiao yere diz çöktü ve ağlayarak Zong Zi Heng’e sarıldı, “Dage, Dage.”

Yalnızca ağabeyine seslenmeyi biliyordu, kalbi paramparça olan ağabeyini nasıl teselli edeceğini bilmiyordu.

Zong Zi Heng, donarak ölmek üzere olan birinin sobaya sarılışı gibi kardeşine sıkıca sarıldı. Dünyada onu gerçekten umursayan tek kişiye sarıldı, yaşamak için tek nedeni o kişiydi ― sessizce ve acı içinde ağlamaya devam etti.

Belki de annesi haklıydı. Korumak istediği her şeyi ancak İmparator olursa koruyabilirdi.


ÇN: Gecenin bir yarısı boğazım düğüm düğüm ve öfkem tavan, thank you wu chang jie…

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x