İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 83. Bölüm

Wu Chang Jie 83. Bölüm

Uzun, karanlık bir figür aceleyle orkide bahçesine geldi. Yakından bakıldığında maskeli bir adamdı ve yanındaki kişi de Chu Ying Ruo’dan başkası değildi.

“Anne!”

“Xiao Er!”

Anne ve oğul birbirine tekrar kavuşmuştu, neredeyse gözyaşlarına boğulmak üzereydiler.

Zong Zi Heng maskeli adama baktı. Hua Yu Xin’in ölmeden önceki görüntüsü aklına geldi ve kalbi nefretle doldu.

Kalabalık bir muhafız grubu orkide bahçesine akın etti. Ellerindeki meşaleler, neredeyse unutulmuş olan bu bahçeyi gün gibi aydınlatıyordu.

Huang Hong ve Huang Wu kardeşlerin eşlik ettiği Zong Ming He geldi. Beyaz altın renklerinde olan kraliyet cüppesi gecenin karanlığında daha da seçkin görünüyordu. Maskeli ve siyahlı adamdan çok farklıydı ama bir zamanlar kendisine ait olan Jiuzhou’nun en güzel kadını diğer tarafta duruyordu.

Zong Ming He’nin gözleri hırçın ve kinciydi, sanki kıskançlık hissi şekillenip gözbebeklerinden fırlayacakmış gibiydi.

Zong Zi Xiao, önce maskeli adama karmaşık bir ifadeyle baktı, ardından da on dört yıl boyunca baba olarak gördüğü adama baktı. Dudakları kıpırdadı ama ne diyeceğini bilemiyordu.

Chu Ying Ruo, Zong Zi Heng’e nefretle baktı, “Bizi tuzağa düşürdün.”

Birini kurtarmak için Jiuzhou’daki en sıkı korunan yere, Wuji Sarayı’na gizlice girmek çaresizce bir hareketti, nasıl kusursuz olabilirdi ki? Zong Zi Heng’in yüzü korkunç derecede solgundu ama Zong Ming He’nin önünde açıklama yapmaya cesaret edemiyordu.

Zong Ming He gözlerini kıstı, “Görünüşe göre oğlum bu haşaratın hala hayatta olduğunu biliyormuş.”

Zong Zi Heng dudaklarını büzdü ve tek kelime etmedi.

Zong Zi Xiao sertçe yüzünü çevirdi, Zong Zi Heng’e sessiz ve derin gözlerle baktı, sanki gözbebeklerinin ışığı tam o anda sönmüş de bundan sonra hayatının geri kalanında bir daha asla aydınlanmayacakmış gibiydi.

Zong Ming He maskeli adama vahşice baktı, “Seni pezevenk, insanlara gösterecek bir yüzün bile yok değil mi?”

Bu sözleri duyunca, adam yüzündeki maskeyi çıkardı. Yakışıklı ve uzundu, Lu Zhao Feng’den bir başkası değildi. Zong Ming He’ye baktı ve gözleri öfkeyle dolup taştı, “Ying Ruo ve ben birbirimizi seviyoruz. Başkalarına gösterecek bir yüzü olmayan tek kişi sensin.”

“Ben İmparator’um, bir kadını istersem o benim olur. Ölmesini istersem, diz çöküp hayatını sunmak zorundadır!”

Lu Zhao Feng bağırdı, “İmparator’muş! Herkes bir kadına zorla sahip olmak uğruna benim tüm ailemi katlettiğini biliyor mu?”

Oradakiler inanamayarak birbirine baktılar.

“Seni haşarat, nasıl İmparator’un adına leke sürmeye çalışırsın!”

Huang Hong kılıcını çekti ve Lu Zhao Feng’e saldırdı. Huang Wu’yla beraber diğer muhafızlar da üçüne saldırmak üzere harekete geçti.

Zong Zi Xiao, muhafızlardan birinin kılıcını kaptı. Chu Ying Ruo’yu arkasına alarak onu korudu ve o da savaşa katıldı.

Zong Zi Heng kılıcıyla kenarda duruyordu, alnındaki ter gözlerine damlıyordu ve görüşü giderek bulanıklaşıyordu.

Zong Ming He elleri arkasında kenetlenmiş vaziyette duruyordu, soğuk bir şekilde Zong Zi Heng’e baktı, “Zi Heng, neden bu orospu çocuklarını alaşağı etmiyorsun?!”

Zong Zi Heng onlarla savaşmak için kılıcını kaldırdı, Lu Zhao Feng’in kaçmak için tek şansı olan Dağları Yürüten Kırbaç’ı kullanıp kullanmayacağını merak ediyordu.

Yan tarafından öldürücü bir kılıç enerjisi geldi ve Zong Zi Heng içgüdüsel olarak savunma yapmak için saldırdı. Kimin geldiğini gördüğü anda kendisini durdurmaya çalıştı ama geç kalmıştı. Kılıcı Zong Zi Xiao’nun koluna bir kesik atmıştı ve kanı üzerine sıçramıştı. Ama Zong Zi Xiao yarasından habersizdi ve sert bir şekilde Zong Zi Heng’e saldırmaya devam ediyordu. Kılıcın çınlamasının kalıcı sesi dağılmadan önce, bir çift kan kırmızısı, çaresiz gözle karşılaştı.

Zong Zi Heng’in kalbi sıkıştı.

Zong Zi Xiao’nun sesi kan ağlıyor gibiydi, “Neden…Sana öyle güvendim ki…Ne dersen onu yaptım. Bunu bana neden yaptın?!”

Şiddetli bir kılıç enerjisi başının üstünden aşağı baskı yaptı. Zong Zi Heng engellemek için elini kaldırdı. İki gümüş kılıç bir “bam” sesiyle çarpıştı, bu sesin kimin kalbini parçaladığı anlaşılmıyordu.

Zong Zi Xiao, sanki kaybedecek hiçbir şeyi yokmuş gibi son gücüyle kılıca bastırdı.

İkisi keskin, öldürücü silahların üzerinden birbirlerine baktı, her biri diğerinin gözlerindeki o ezici, can yakıcı acıyı gördü.

“Xiao Jiu, Dage her şey için çok üzgün.”

Beceriksiz olduğu için seni koruyamayan kişi Dage’ydı. Sana ağabeylik yapamadığım için kendimden utanıyorum.

Zong Zi Xiao, vahşi bir canavarın dişlerini gösterişi gibi ağzını açtı, “Senden, nefret, ediyorum!”

Muhafızlardan biri korkuyla bağırdı, “Bu, Dağları, Dağları Yürüten Kırbaç!”

Altın bir ışık parladı ve gökte kadim, efsanevi bir kırbaç belirdi.

Bu silah kalabalığın afallamasına neden oldu ve Zong Ming He’nin de ifadesi aniden değişti.

Zong Zi Xiao da donakalmıştı, hiç tanımadığı öz babasına şaşkınlıkla bakıyordu.

Zong Ming He, Lu Zhao Feng’i işaret ederken eli titriyordu, “Dağları Yürüten Kırbaç neden sende?!”

Lu Zhao Feng korkunç bir kahkaha attı, “Zong Ming He, eğer Yan Shu’nun öldüğünü söylesem rahat bir nefes verir miydin?”

“Ne demeye çalışıyorsun?!”

“Yalnızca Dağları Yürüten Kırbaç’a değil, Wusheng Fırçası’na da sahibim,” dedi Lu Zhao Feng ve ses tonu aniden değişti, “Bugün beni durdurmaya cüret edersen, işlediğin bütün günahları halka duyuracağım. Böylece Jiuzhou halkı İmparator Ning Hua’nın gerçek yüzünü öğrenecek!”

Bu ses tonunu yalnızca Yan Shu ile daha önce konuşmuş olanlar tanıyabilirdi. Hem Zong Ming He hem de Zong Zi Xiao’nun bir anda beti benzi attı.

Lu Zhao Feng’in Dağları Yürüten Kırbaç ile oluşturduğu dalgayla beraber kum taneleri ve taşlar havada uçuşmaya başladı. Orkide bahçesindeki toprak zemin parçalandı. Etrafındaki duvar tofu gibi parçalandı ve hepsi o büyülü silahın komutası altında Lu Zhao Feng’in önünde bir kalkana ve fırlatabileceği mızraklara dönüştü.

Çok sayıda muhafız ya yere düşmüştü ya da kargaşa içinde uçan taşlardan kaçışıyordu. Tüm sahne büyük bir kaos içindeydi.

Chu Ying Ruo haykırdı, “Xiao Er, çabuk buraya gel. Savaşmaya bu kadar hevesli olma!”

Zong Zi Xiao dişlerini sıktı, kılıcını geri çekti ve Lu Zhao Feng’in planına uygun olarak Chu Ying Ruo’ya doğru koştu.

Lu Zhao Feng toprağı ve kayaları kontrol ederek yerde kaçmaya çalışan Chu Ying Ruo ve Zong Zi Xiao’yu yanına çekmeye çalıştı.

Zong Ming He o anda yalnızca onları yok etmeyi düşünüyordu, itibarını umursamıyordu. Kılıcını kınından çıkardı ve savaşa bizzat katılarak öldürücü hamleler yapmaya başladı. Zongxuan Kılıç Tekniği’nde Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne ulaştıktan sonra ruhani gücü durdurulamayan bir sel gibi akıyordu ve Lu Zhao Feng’in taş duvarını tek bir hareketle kırmıştı.

“Zi Xiao, anneni koru!” diye bağırdı Lu Zhao Feng, karşı koyamadı ve savunma yapıp geri çekildi.

Zong Ming He’nin vücudu aniden sallandı, şaşırtıcı bir hızla Zong Zi Xiao ve Chu Ying Ruo’nun üzerine atıldı.

Her ne kadar yüksek rütbeli bir efsuncu olsa da, bu hız Zong Klanı için bile fazlaydı. Herkes Cennetin Sekizinci Seviyesi’ne ulaştığı için olduğunu düşünüyordu. Bu vücut tekniğinin nereden geldiğini bilen tek kişi Zong Zi Heng’di ― Cheng Yan Zhi’nin altın özünü yediği içindi.

Kılıcın gücü doğrudan Zong Zi Xiao’nun hayati organlarına yönelmişti ve kaçınmaktan başka çaresi yoktu. Fakat aslında Zong Ming He onu değil Chu Ying Ruo’yu hedef almıştı.

Zong Ming He, Chu Ying Ruo’yu saçlarından yakaladı ve kılıcının soğuk bıçağını kar beyazı yeşim boynunda kurban kesermiş gibi gezdirmeye başladı.

“Anne!”

“Ying Ruo!”

Zong Ming He’nin gözleri uğursuz bir parıltıyla doluydu, “Lu Zhao Feng, onun yaşamasını istiyorsan direnmeyi bırak.”

“Onu öldürmeye cüret edersen, yaptıklarını tüm dünyaya duyuracağım!”

“O zaman bu kaltağı ve piçini seninle birlikte gömeceğim!”

“Lu Lang, acele et!” diye bağırdı Chu Ying Ruo, “Zi Xiao’yu götür!”

Lu Zhao Feng’in gözleri kızarmıştı, “Hep beraber gideceğiz.”

“Hala neyi bekliyorsunuz? Öldürün onu!” diye kükredi Zong Ming He.

Muhafızlar üzerlerine hücum ederken, Zong Zi Heng’in endişeden dolayı gözleri kan çanağına dönmüştü. Ağır kuşatma altındalardı, eğer Lu Zhao Feng Dağları Yürüten Kırbaç’ı kullanarak şu anda kaçamazsa bir daha bu şansı bulamayabilirdi.

“Hemen gidin ah ― ―” diye bağırdı Chu Ying Ruo, ağlayışı yürek burkuyordu.

Zong Zi Xiao’nun yarası hala kontrolsüz bir şekilde kanıyordu. Birkaç kez o ağır kuşatmayı kırmaya çalıştı ama elindeki kılıç Huang Wu tarafından parçalanmıştı.

Lu Zhao Feng de iki kılıç darbesi almıştı ve mücadele ederken giderek daha da bocalamaya başlamıştı. Dağları Yürüten Kırbaç’ın ışığı titriyordu ve görünüşe göre yavaşça sönüyordu. Zong Ming He’nin muhafızları hala orkide bahçesine akın ediyordu.

Gözyaşları yanaklarından akarken Chu Ying Ruo kararlı bir şekilde seslendi, “Lu Lang, Xiao Er, bu hayattayken bir aile olamadık. Gelecek hayatta tekrar buluşalım.”

“Hayır ― ― ―”

Kar gibi olan boyundan kızıl bir kan fışkırdı.

Bulutların arasından kederli bir çığlık sesi geldi, “Anne ― ― ―”

Zong Zi Xiao olarak hayatı burada sona ermişti, şu anda hayatta kalan kişi kaderin bir zamanlar kayırdığı kişi değildi.

Lu Zhao Feng çaresizce kükredi, gözlerinden kan damlıyordu, “Zong Ming He, senin soyunu kurutacağım!”

Zong Ming He kendi ellerine baktı. Bir elinde kılıç diğer elinde ise kan vardı.

Lu Zhao Feng, Zong Zi Xiao’yu yakaladı ve Dağları Yürüten Kırbaç’ı gürültüyle savurdu. Yeryüzü yarıldı ve toprak parçalandı. İkisi hızlıca yerin dibine saklandı, sadece yüzeydeki tuğlaların ufalandığı ve kaçış yollarında bir toprak izi bıraktığı görülüyordu.

Zong Ming He’nin o anda aklı başına geldi, “Peşinden gidin! Ölü ya da diri fark etmez, onları bana getirin!”

Huang Hong ve Huang Wu emri kabul ederek peşlerinden gitti ve Zong Zi Heng de onları takip etti.

Yeraltı, Wuji Sarayı’nın sınırlarından kaçmanın tek olası yoluydu. Zong Zi Xiao ile birlikte olan Lu Zhao Feng, Wuji Sarayı’ndan sahiden de kaçabilmişti fakat uzun süre yeraltında kalamazlardı. Ruhani güçleri aşırı miktarda tükenirdi.

Üçü hızlı bir şekilde yeraltına girerek takip etmişti. Zong Zi Xiao ve Lu Zhao Feng ortada yoktu fakat arkalarında bir kan izi vardı.

“Bu taraftan,” dedi Huang Hong ve kan izini takip etti.

Zong Zi Heng de yakından takip ediyordu. Lu Zhao Feng’in Zong Zi Xiao ile mümkün olan en kısa sürede kaçacağına güveniyordu, fakat yolda ilerledikçe kan izinin daha da yoğunlaştığını fark etti. Kanın kimden aktığını bilmiyordu ama içlerinden birinin durumu kötü olmalıydı.

Bir süre kovaladıktan sonra, yerdeki kan izinin ikiye ayrılarak iki farklı yöne ilerlediğini gördüler.

Huang Hong, Zong efsuncularına haber vermek amacıyla ıslık çalan okunu çıkardı, “Biri dağa gitmiş olmalı. Fazla uzaklaşmamışlardır, sadece….”

Zong Zi Heng, ıslık çalan oku kılıçla parçaladı. Kılıcı, dilini dışarı çıkaran bir yılan kadar hızlı hareket ediyordu. İki kardeş ne olduğunu anlayamadan, Jun Lan kılıcı Huang Hong’un adem elmasına dayanmıştı.

“….Ekselansları, bunun anlamı nedir?”

“Sence?” dedi Zong Zi Heng soğuk bir şekilde, “Kimse onları takip etmeyecek.”

“Ekselansları İmparator’un emirlerine itaatsizlik edip o hırsızların kaçmasına izin mi veriyor?”

“O benim kardeşim, hırsız değil,” dedi Zong Zi Heng, gözleri kıpkırmızıydı, “Sonuçlarına razıyım. Kim hareket etmeye cüret ederse, onu öldüreceğim.”

“Ekselansları’nın neden aklı başında değil?” dedi Huang Wu kaşlarını çatarak, “Zorlukları aşmanız çok güç oldu, neden kendi geleceğinizi mahvediyorsunuz?”

“Zorlukları aşmak mı?” dedi Zong Zi Heng, arkasındaki görkemli Wuji Sarayı’na baktı. Yüzünde kasvetli, sefil bir gülümseme vardı. Bu karanlık mezara gömülmüştü ve bu sefaletten asla kurtulamayacaktı.

En azından Xiao Jiu kaçabilmişti.

Xiao Jiu, lütfen iyi bir hayat yaşa.

(Yazar)SQC’den not: Şimdiki zamana geri dönmemize az kaldı, Xiao Hei ve Xiao Bei’yi özlemişsinizdir ~


5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x