İçeriğe geç
Home » Wu Chang Jie 89. Bölüm

Wu Chang Jie 89. Bölüm

Önündeki her şey Xie Bi An’a tamamen yabancı bir yerde olduğunu gösteriyordu. Onun için çok tuhaf bir deneyimdi. Ama sanki yer değiştirmiş gibi hissetmiyordu, burada değilse nerede olması gerektiğini bilemiyordu. Kim olduğunu biliyormuş ama aslında bilmiyormuş gibi, zihni karmaşa içindeydi.

Bu yerle ilgili kendisine tanıdık gelen tek şey, kendi yaptıklarının aynısı olan tütsünün içindeki orkide kokusuydu.

“Ne düşünüyorsun?”

Arkasından gelen ses Xie Bi An’ın tüylerini diken diken etti.

Arkasındaki adam ne zaman buraya gelmişti? Hayır, aslında o adam başlangıçtan beri oradaydı.

Bildiği bir sonraki şey, iki güçlü kolun kendisini sımsıkı sarmış olduğuydu. Sırtı sıcak, geniş bir göğse dayanmıştı ve adamın nefesi sıcak bir rüzgar gibi ensesinden aşağı doğru iniyordu. Şaşkınlıkla başını arkaya çevirdi. Tam önünde bir yüz vardı ama net olarak seçemiyordu.

“Hm? Ne düşünüyorsun? Beni özledin mi?”

Adamın sesi tembel ve biraz boğuktu. Ses tonu evcil hayvanına sataşıyormuş gibiydi, en ufak bir saygı ibaresi yoktu.

Xie Bi An’ın hala kafası karışıktı ve içgüdüsel olarak bu kişiden uzak durmak istiyordu ama mücadele etmesine rağmen adam tarafından daha da sıkı sarınıp sarmalanıyordu.

“Ne, konuşamıyor musun?” dedi adam ve kulağına alaycı bir kahkaha ilişti, “Dilsiz değilsin, biraz önce çok tatlı sesler çıkarmıyor muydun?”

Bu adam kim ve neyden bahsediyor?

“Küçükken öfkelendiğimde, benimle ne kadar alay edersen et inat edip konuşmayı reddediyordum. Bana hep çocuksu olduğumu söylüyordun.”

Adam, Xie Bi An’ın kulak memesini nazikçe yalamaya başladı ve usulca dişlerinin arasına aldı, “Neden sen de çocuklaştın, Dage?”

“Dage” kelimesi Xie Bi An’ın üstüne yıldırım düşmüş gibi hissetmesine neden oldu.

Adamın büyük eli aniden aşağı doğru indi, yorganın içine girdi ve Xie Bi An’ın erkekliğini kavradı.

Xie Bi An o kadar korkmuştu ki, titriyordu, direnmeye çalışıyordu ama hiç enerjisi kalmamıştı. Daha önce hiç kimse o bölgesine dokunmamıştı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?

“Tekrar sertleşebilir misin ki? Bence evet,” dedi adam, alaycı bir şekilde gülerken Xie Bi An’ın erkekliğini okşamaya devam etti, “Genellikle hep ciddi görünürsün ama içine iki kez girmiş olmama rağmen hala sertleşebiliyorsun. Ne kadar da müstehcen. Hep söylediklerinden çok farklı davranıyorsun.”

Bu sözler Xie Bi An’ı o kadar utandırmıştı ki, hemen oradan kaçmak istiyordu. Daha korkutucu olan ise, bedeninin gerçekten de o adama tepki veriyor olmasıydı. Hangi cehennemdeydi, şu anda ne yaşıyordu ve bu kişi neden ona bu tür şeyleri yapıyordu?

Adam Xie Bi An’ın çenesini tuttu ve dudaklarını emmeye başladı. Bu öpücük sevgi dolu, sert, vahşi ve çapkındı; sanki adam onun yalnızca dudaklarını değil de tüm bedenini yiyip bitirmeye çalışıyormuş gibiydi. Öpücük öyle derin ve uzundu ki; neyin talep edildiğini, neyin değiş tokuş edildiğini, neyin ağzının içine döküldüğünü anlayabiliyordu ― tüm algıları tamamen açıktı. Çok gerçekçiydi, vazgeçmesi ve dudaklarından ayrılması çok zordu, sanki dünyanın en yakın iki insanı birbirine bağlanmış gibiydi.

Xie Bi An bir adamı öptüğüne inanamıyordu ama bu öpücük ona hiç de yabancı değildi.

Daha sonra yüzüstü bir şekilde yatağa doğru bastırıldı. Adamın beş parmağı tam başının üstündeydi, kulaklarına bir emir cümlesi ilişti, “Kalçanı yukarı kaldır.”

Xie Bi An, çarşafların arasında güçlükle nefes alırken hafifçe inliyordu.

Bir “şlap” sesiyle beraber poposuna acı verecek kadar değil ama küçük düşmesine neden olacak kadar sert bir şaplak indi. Kalçasının titremesiyle birlikte ılık bir vücut sıvısı söylemesi bile utanç verici bir yerden aktı ve bacaklarına doğru damladı.

Xie Bi An yanaklarının alev aldığını hissediyordu. Şu anda bir kabusun ortasında olduğunu biliyordu ve uyanmak için ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

Adamın parmağı aniden arkadaki o deliğe girdi ve kötü niyetli bir şekilde hareket etmeye başladı, “Ah, hala ıslaksın. Bu benim içine boşalttığım sıvı mı? Yoksa seninki mi?”

Daha…Daha fazla bir şey söyleme.

“Dage, yüzün kıpkırmızı olmuş,” dedi adam, eğildi ve neşeli bir kahkaha attı, “Sert davranmamdan ya da seni utandırmamdan hoşlanmıyor musun? Biliyorsun, soylu bir geçmişe sahiptim ve bana çok katı davranıyordun. Bu tür kelimeleri kullanmamı yasaklamıştın. On yıl boyunca dünyayı dolaştım ve gerçekleri anladım. Hazır lafı açılmışken, bunların hepsi senin sayende olmuştu, değil mi?”

Parmağını Xie Bi An’ın içinden çıkardı ve yapışkan vücut sıvısını onun yüzüne sürdü, hatta kasten dudaklarına da bulaştırdı.

Xie Bi An gözlerini sıkıca kapattı. Bu adamın yaptığı her şeyi onu aşağılamak için yaptığını anlamıştı. Bu adam neden ondan bu denli nefret ediyordu? Şimdiye kadar hiç kimseye zarar vermemişti ki.

“Fakat bu on yılda Dage nazik, terbiyeli ve her zaman saygı duyulan biri haline geldi. Bu surat, bu beden, benim hatırladığımdan çok daha baştan çıkarıcı.”

Adamın eli anlamsızca Xie Bi An’ın sırtını okşadı. Vücudunun alt kısmına doğru ilerlerken aniden kalçasını kaldırdı ve yatakta diz çökmesine neden oldu.

Xie Bi An, bacaklarının arasına sürtünen o sert ve sıcak şeyi hissedebiliyordu. Korkusu kabaran bir dalga gibi giderek artıyordu ama ifadesinde hiçbir direnme izi yoktu. Aksine kendisini o adamın insafına bırakmıştı.

Kalın ve uzun silah, şiddetle içeri girdi ve en dibe kadar ulaştı.

Xie Bi An kendi çığlığının sesini duydu. Bedeninin delinmek üzere olduğunu düşünüyordu. Bakışları karnının alt kısmına kaydı, ince beli iki el tarafından sıkıca kavranmıştı. Vücudunu işgal eden o sert silahın şekli dümdüz olan karnının üzerinde açıkça belli oluyordu. Korkudan titriyordu, ki bu da kendisini daha fazla kasmasına neden oluyordu. Ama bunun sonucu olarak silah daha sert bir şekilde girip çıkmaya başlamıştı.

Adamın tırnakları beline gömülmüştü ve onu defalarca kez sertçe becermişti. Acil arzularını giderdikten sonra yavaşladı, Xie Bi An’ın içindeki hızını ve yönünü değiştirerek onu becermeye devam etti.

Xie Bi An kanın tüm hücrelerine nüfuz ettiğini ve ikisinin birleştiği yerden daha önce hiç tatmadığı bir uyuşukluğun tüm bedenine yayıldığını hissetti. Üstündeki adam ona nasıl davranırsa davransın, hızlı ya da yavaş, sert ya da yumuşak, hatta acı duysa bile bu his alışılmadık derecede heyecan vericiydi. Bu nasıl olabilirdi ki? Ona neler oluyordu böyle? Tüm bunlar inanılmaz derece saçmaydı!

Adam aniden Xie Bi An’ın saçını tuttu ve onu başını kaldırmaya zorladı, “Zevk alıyor musun? Ben kendi arzularım için seni beceriyorum ama sen zevkten bayılacak kadar edepsizsin.”

Adam başını eğdi ve dilinin ucuyla Xie Bi An’ın kulağını yaladı, “Erkekler tarafından becerilmekten mi yoksa kendi kardeşin tarafından becerilmekten mi hoşlanıyorsun?”

Xie Bi An kısık bir sesle inledi ve yüzüne doğru sıcak bir sıvının bulaştığını hissetti.

Adam duraksadı ve alt bölgedeki hareketleri de biraz yavaşladı. En sonunda o büyük şeyi geri çekti ve Xie Bi An’ı kaldırıp kucağına oturttu.

Xie Bi An onun geniş omuzlarını, karnındaki sert kaslarını gördü. Deri dokusunun her santiminde sonsuz bir güç varmış gibi görünüyordu. Birdenbire bir zamanlar onu boynundan tutup yukarı kaldıran kişiyi hatırladı. Ezici güçleri ve nefretleri aynıydı ve ona…Dage diye sesleniyordu.

Adam onun gözlerindeki yaşları parmaklarıyla nazikçe sildi, “Seni ilk ne zaman arzulamaya başladım biliyor musun? Buradan ayrıldığım günden beri. Başarısızlığa uğradığın, vicdansız şeyler yaparak elde ettiğin tüm şeylerin gözlerinin önünde bir küle dönüştüğü, seni kendi sevgilim, fahişem ve yatağımı ısıtan kölem yaptığım o günlerin hayalini defalarca kez kurdum. Böylelikle, hayatının geri kalanında her gün bana yaptıklarından ötürü pişmanlık duyacaktın.”

Adam Xie Bi An’ı kaldırdı ve kucağındayken tekrar içine girdi. Güçlü beli şiddetle titriyor ve durmaksızın sarsılıyordu. Xie Bi An tıpkı bir atın üstündeymiş gibi zıplıyordu ama o sert silahın içinde en derinlere kadar girdiğini fark ettiğinde asıl binilen “atın” kendisi olduğunu anlamıştı. Nefesi kesilmek üzereydi, acı ve zevkten dolayı neredeyse aklını kaçıracaktı.

“Bu gözyaşları acıdan mı yoksa zevkten mi?” diye sordu adam ve Xie Bi An’ın kalçasını vahşice sıktı, “Gözlerini aç ve bana bak. Şu anda kim seni beceriyor?”

Xie Bi An’ın görüşü bulanıktı.

Kimdi ki? Aslında o da adamın kim olduğunu bilmek istiyordu.

“Cevap ver, kim?”

Adam onun cevap vermediğini görünce iki kere sertçe içine girdi ve o kalın etten silah tekrar tekrar en derinlere ilerledi. Her hareket bedeninde sınırsız bir uyuşukluğa neden oluyordu.

Xie Bi An ağzını hafifçe açtı ve uzun zamandır içinde tutmaya çalıştığı inleme sesinin çıkmasına izin verdi.

Adam utandırıcı sözlerine devam ediyordu, “Neden bu kadar şehvetlisin? Hani o, ‘orkide gibi bir beyefendi’, ‘yeşim gibi bir beyefendi’ nerede şimdi? Kardeşin bacaklarını ayırıp seni becerirken boşalıyorsun. Dünyadaki insanlar böyle olduğunu biliyor mu?”

Xie Bi An kendi zihninde karşı çıkmaya çalışıyordu: Hayır, değilim…

Adam Xie Bi An’ı yatağa doğru itti, iki uzun bacağı birbirinden ayırdı ve göğsüne bastırdı.

Dövüş sanatları yapanların bedenleri son derece esnek olurdu. Xie Bi An’ın dizleri doğrudan omuzlarına dayalıydı, kalçaları da kalkıktı ve vücudunun alt kısmındaki giriş sonuna kadar açıktı. Kalan son itibar damlası da böylelikle yok olmuştu.

O kızarmış olan giriş, defalarca kez becerilmekten dolayı hafifçe açılıp kapanıyordu, yoğun ve beyaz vücut sıvısı dışarı doğru sızıyordu. Adam gözleri kızarana kadar oraya baktı. Belini yaklaştırdı ve vahşi bir canavar gibi şiddetle kendisini içeri itti.

Kırmızı sandal ağacından yapılan yatak, arzu dalgalarıyla beraber gıcırdıyordu. Ama üstündeki iki beden ondan daha şiddetli şekilde sarsılıyordu. Bir nefes ve bir de inleme sesi peş peşe odada yankılanıyordu. Arzunun eşsiz kokusu, orkide kokusuyla birbirine karışmıştı ve afrodizyak etkisi yaratıyordu.

Xie Bi An kontrolsüz bir şekilde gözyaşı döküyordu. Bu şehvetin işkencesi bir an cennette sonraki an cehennemde ya da bir an buzların arasında diğer anda da alevlerin arasındaymış gibi hissettiriyordu.

“Dage, benim iyi Dage’m…” diyerek adam onu sertçe becermeye devam etti, ancak Xie Bi An’ın alt bölgesini ısrarla sıkıyordu, “Boşalmak istiyor musun? Bana Xiao Jiu de.”

Xiao Jiu mu?!

Xie Bi An’ın gözleri fal taşı gibi açıldı.

Gerçekten de o. Bu adam Xiao Jiu.

Xiao Jiu kimdi? Bu adam tam olarak kimdi? Eğer kardeşlerse neden ondan bu kadar nefret ediyordu ve onu böyle aşağılıyordu?

Adam eğildi ve onu bir süre tutkuyla öptü, ses tonu büyüleyiciydi, “Bir kere Xiao Jiu dersen, boşalmana izin vereceğim.”

Hayır, bunu hak etmiyorsun.

Xie Bi An’ın kalbi ağrıyordu.

Adamın öfkesi, ezici bir zaferle yer değiştirdi ve ikisini birlikte şehvet uçurumundan aşağı sürükledi.

Xie Bi An’ın vücudu, titremeye devam ediyordu. Gözlerini açmak için çabaladı ve karşısında biraz endişeli ama çoğunlukla alaycı bir ifade takınan yakışıklı bir yüz gördü. İfadesi epey garipti.

“Lan, Lan Dage?”

Xie Bi An, Lan Chui Han’a bomboş gözlerle baktı. Hala rüyasının ve gerçekliğin yarattığı kaosun içindeydi ve ayırt etmekte güçlük çekiyordu. Bedeni çok yorgundu, ayrıca sırtı terden sırılsıklam olmuştu. Uzun zamandır bu kadar bitkin hissetmemişti.

“Bi An, iyi misin?” diye sordu Lan Chui Han imalı bir şekilde.

“Ben…”

Xie Bi An gördüğü rüyayı hatırladı. Çok gülünç ve uygunsuzdu ama yine de korkudan ve utançtan dolayı yüzü kıpkırmızı olmuştu.

Lan Chui Han hafifçe öksürdü, “Fengming Gölü’nde garip bir hareketlenme var, Cennet Efendisi çoktan gitti ve benden gelip seni bulmamı istedi.”

“Ha? Ah.” dedi Xie Bi An ve dört bir yana saçılmış olan ruhunu tekrar bi4 araya getirmek için kendini zorladı. Yataktan çıkıp ayağa kalkmak üzereydi ki, yorganı kaldırdığı anda karnının üzerinde bir kabarıklık olduğunu fark etti….

Xie Bi An’ın yüzü yanıyordu ve beyninde bir çınlama sesi duyuyordu. Saklamak için bedenini aceleyle öne eğse de Lan Chui Han’ın ifadesi artık çok geç olduğunu gösteriyordu.

Lan Chui Han kıkırdadı, “Utanmana gerek yok. Sonuçta aynısından bende de var, kalk hadi.”

Xie Bi An başını eğdi ve yataktan çıktı, çabucak dış cüppesini giydi.

Lan Chui Han ona sataşmaya başladı, “Ama biraz merak ediyorum, nasıl bir rüya gördün ki? Gecenin ortasında bile bu kadar enerjiksin.”

Xie Bi An öyle utanmıştı ki, kafa derisi karıncalanıyordu, “Unuttum.”

“Ah ne yazık, kesin çok iyi bir rüyadır.”

İyi bir rüya mı? Kabustan beterdi!

Xie Bi An hatırlamaya bile cesaret edemiyordu. Neyse ki şu anda yapacak çok daha önemli işleri vardı, yoksa boşta kalsaydı kafayı sıyırabilirdi. Rüyasındaki sesler, görüntüler ve kokular zihnine hücum etmeye hazırdı. Bir rüya mı görüyordu yoksa, korkunç bir musibet miydi?

Odadan ayrılır ayrılmaz Xie Bi An doğruca Fan Wu She’nin odasına yönelmişti. Lan Chui Han fısıldadı, “Gerek yok. Az önce Cennet Efendisi ona bakmaya gitti ve odasında bulamadı.”

Xie Bi An şaşırmıştı, “Burada değil mi? Gecenin bir yarısı nereye gitmiş olabilir ki?”

Cangyu Sekti’ndeydiler ve her yer sıkı bir gözetim altındaydı. Fan Wu She gecenin bir yarısı kargaşa çıkarmadan kaçmışsa eğer, bunu gizlice yapmış olmalıydı. Ama neden gitmişti? Endişelenmeden edemiyordu.

“Onu görüp kendin sorana kadar beklemelisin, ama…” dedi Lan Chui Han ve çenesini uzaklara doğru kaldırdı.

Buz Sarayı’nda giderek daha fazla ışık yanıyordu ve Cangyu Sekti öğrencilerinin çoğu panik içinde Fengming Gölü’ne doğru koşuyordu.

“Fengming Gölü’nde neler oluyor?”

“Gölden şu anda çok büyük bir ruhani güç baskısı geliyor,” dedi Lan Chui Han, Xie Bi An’a şaşkınlıkla bakıyordu, “Fark etmedin mi? Derin bir uykuda mıydın?”

Xie Bi An’ın efsun seviyesi göz önüne alındığında, ruhani güç baskısını uykusunda bile fark etmiş olmalıydı.

Xie Bi An gerçeği söyleyemezdi, “Hadi gidip bakalım.”

Buz Sarayı’ndan çıkmış olan Cangyu Sekti’nin öğrencileriyle beraber göle doğru koştuklarında, ayın mehtabının altında parlayan sessiz gölü gördüler.


ÇN: Şey, ahem, ben iptalim siz devam edin…

5 1 vote
Article Rating
Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

You cannot copy content of this page

0
Would love your thoughts, please comment.x