Song Juhan’ın evinden kaçan He Gu, kendisini berbat hissediyordu.
Neyse ki akşam vaktiydi ve etrafta kimse yoktu. Yoksa pantolonunu öyle taşımasıyla gerçekten kötü bir görüntü sergilemiş olurdu.
Acı içinde arabasına koştu, hemen çalıştırdı ve eve doğru yola koyuldu.
Yolun yarısına geldiğinde, aniden arabanın Song Juhan tarafından kendisine verildiğini hatırladı. Midesi bulanmaya başladı ve direksiyonu sertçe kırarak arabayı yol kenarına çekti.
Yorgun bir şekilde koltuğa yaslandı ve yavaşça gözlerini kapattı.
Son altı yılda, Song Juhan’ın ona iyi davrandığını söylemek mümkündü. Ev, araba, arada bir verdiği pahalı hediyeler ve Çin Yeni Yılı gibi özel günlerdeki kırmızı zarflar*—hiçbirini esirgememişti. Keyfi yerinde olduğunda, ona şefkatle ve tatlı bir şekilde sarılırdı. Genel olarak, He Gu onun değişken mizacına katlandığı sürece, oldukça uyumlu bir ilişkileri vardı. Song Juhan ona kötü davranmamıştı.
ÇN: *红包 – kırmızı zarfa para koyup hediye ediyorlar
Song Juhan’ın başkalarıyla yatması ve seks skandalları ise onun kontrol edebileceği bir şey değildi. Feng Zheng’e dediği gibi, Song Juhan’ın onu sevmemesi onun suçu değildi. İkisi arasında ne bir bağlılık ne de bir anlaşma vardı. He Gu, Song Juhan’la birlikte olmanın verdiği acının tamamen kendi hatası olduğunu ve bunu kendi isteğiyle kabullendiğini biliyordu.
Bunca yıldan sonra Song Juhan’ın yaptığı şeylere katlanabileceğini düşünüyordu ama bugün Song Juhan’ın ne kadar aşağılık biri olduğunu hafife almıştı.
Çekmecede yarım paket sigara vardı ve biraz daha yokladıktan sonra bir çakmak da buldu.
Song Juhan sigara içmeyi sevmiyordu, bu yüzden He Gu ondan gizli şekilde içiyordu.
Pencereyi açıp soğuk ve nemli havanın içeri dolmasına izin verdi ve duman biraz yükselerek görüşünü bulanıklaştırdı. Nikotinin tadı ciğerlerinde dolaşırken, beynindeki karmaşanın tütün sayesinde temizlendiğini hissediyordu.
Bu çok saçmaydı. Song Juhan’a karşı hissettikleri bir şaka falan olmalıydı. Bu şaka ise başının üzerinde asılı duran bir giyotin gibiydi. Yıllardır giyotinin düşmesini, Song Juhan’ın kendisiyle yollarını ayırmasını bekliyordu. O gün için hazırlanıyordu ve şimdi o günün çok da uzakta olmadığını hissediyordu.
Telefon aniden çaldı. He Gu’nun kalbi o kadar titredi ki, telefonu eline alıp tanımadığı bir numara görünce rahat bir nefes verdi. Ardından telefonu açtı, “Alo?”
Telefonun diğer ucundan Feng Zheng’in sesi geldi, “He Gu, benim.”
“Seni dinliyorum,” dedi He Gu soğuk bir tonla. Normalde de böyleydi ama o günkü tartışmalarından sonra Feng Zheng’e nazik davranma ihtimali bir hayli azalmıştı.
“O gün için özür dilemek istiyorum.”
“Sıkıntı değil.”
“Şemsiyen yanımda. Müsait bir zamanda sana geri veririm.”
“Zahmet etme. Sadece bir şemsiye sonuçta.”
Feng Zheng hüzünlü bir şekilde gülümsedi, “Sadece seni tekrar görebilmek için bahane bulmaya çalışıyorum.”
He Gu içini çekti. “Feng Zheng, ne yapmak istiyorsun?”
Feng Zheng’in bu hevesi insanı meraklandırıyordu. Altı yıl geçmişti sonuçta. Feng Zheng’in ona bu kadar ilgi göstermesine hiç gerek yoktu. Feng Zheng’in hâlâ ona aşık olduğuna inanmıyordu.
Telefonun diğer ucunda bir an sessizlik oldu, “Sadece seni biraz özledim, eskiden yaşadığımız güzel zamanları düşünüyorum.”
He Gu’nun kalbi aniden sızladı ve üniversitede Feng Zheng’le geçirdiği zamanları hatırlamaktan kendini alamadı. Gerçekten de iyi vakit geçirmişlerdi. Her ne kadar çoğu zaman belirsizlikler yaşasalar ve sonunda kötü bir şekilde ayrılmış olsalar da, o da bu duruma çok üzülmüştü.
Hayatında kalbini gerçekten hareket geçiren iki kişi vardı: Feng Zheng ve Song Juhan. He Gu derin duyguları olan bir insandı; yoksa birini bu kadar uzun süre sevemezdi. Kalbinde Feng Zheng hep güneşin vurduğu bir köşeye yerleştirilmişti, onunla geçirdiği zamanlar asla geri dönemeyecekleri yemyeşil yıllardı. Ve gerçekten çok güzel olduğu için istese de ona soğuk davranamıyordu.
Feng Zheng ekledi, “Bir daha senden ve Song Juhan’dan bahsetmeyeceğime söz veriyorum. Arkadaş olabilir miyiz?”
“Sen…” dedi He Gu çaresizce, “Eğer dediğini yaparsan, yine arkadaş kalırız.”
Feng Zheng güldü. “Dediğimi yapacağım. Müsait olduğunda haber ver de sana bir yemek ısmarlayayım.”
“Elimdeki proje bitene kadar bekleyelim. Son zamanlarda çok şey birikti.”
“Şimdi ne yapıyorsun? Evde değil gibisin?”
He Gu ne diyeceğini bilemiyordu, “Mesaim yeni bitti de şimdi eve gidiyorum.”
“Bir arkadaşımın barındayım, şirketine çok uzak değil. Bir şeyler içmeye gelebilir misin?”
“Gelemem, bugün gerçekten çok yorgunum. Ayrıca arkadaşını da tanımıyorum.”
“Yabancılarla tanışmaktan hala çekiniyorsun,” dedi Feng Zhen ve hafifçe kıkırdadı, “Ben yanında olsam da mı çekineceksin?” Sesinde belirgin bir şefkat ve hoşgörü vardı.
“Mesele çekinmek değil. Sadece biraz yorgunum.”
“O zaman eve gidip güzelce dinle. Başka bir zaman görüşürüz.”
Telefonu kapatan He Gu, sigarasını söndürüp eve gitmeden önce biraz sakinleşmeye çalıştı.
Evde nadiren yemek yerdi ve işle meşgul olduğunda duş almak ve uyumaktan başka bir şey yapmaya vakti olmazdı. Burası bazen onun için bir otel gibiydi.
Bu daire de Song Juhan’ın bir hediyesiydi. Kimsenin ona bakmasına ihtiyacı olmamasına rağmen sanki Song Juhan onun geçimini sağlıyor gibi görünüyordu. Üçüncü Halka’da böyle bir ev almak isteseydi, muhtemelen on ya da yirmi yıl boyunca kredi ödemek zorunda kalırdı.
Song Juhan’ın ona bir karavan vermesine gelince, ne aşağılandığını ne de minnettar olduğunu hissetmişti. Bunlar onun için çok az şey ifade ediyordu. Maddi ihtiyaçları çok düşüktü ve bir daire kiralamak ya da metroda sıkışmak onun için sorun değildi. Song Juhan’ın ona bir şeyler vermesi kendi isteğiyle olmuştu, tıpkı He Gu’nun kendisini asla sevmeyecek birine aşık olmasının da kendi isteğiyle olması gibi. Bunun başkalarıyla bir ilgisi yoktu.
Gelgelelim Song Juhan’la her kavga ettiklerinde, arabanın ve evin, özellikle de bu davetkâr olmayan evin gözüne battığını hissediyordu. Bunlar ona ne kadar yalnız olduğunu bir kez daha hatırlatıyor, hatta Song Juhan bir gün ondan sıkılırsa sonsuza dek yalnız kalmak zorunda kalabileceğinin habercisi oluyordu.
O günden sonra, iki hafta boyunca birbirleriyle iletişim kurmamışlardı.
İki hafta aslında o kadar da uzun bir süre değildi. Song Juhan meşgul olduğunda ya da şarkı yazmak için inzivaya çekildiğinde, onu bir ya da iki ay boyunca görmediği zamanlar da oluyordu. Ancak bu kez kötü bir şekilde ayrılmışlardı ve bu, son altı yılın en şiddetli çatışması olmuştu, bu da He Gu’nun her gününü bir işkenceye çeviriyordu.
Öfkesi yatıştığında, He Gu birkaç kez Song Juhan’ı aramak istemişse de buna cesaret edememişti. Utanmıyordu; sadece yolun sonuna gelip gelmediklerini öğrenmekten korkuyordu. Song Juhan’ın sabrını ve sınırlarını defalarca zorlamıştı ve ayrılıklarına kendisini hazırlamaya çalışmıştı. Şimdi ne kadar hayal kırıklığına uğrarsa, ayrılacakları gün geldiğinde o kadar iyi hissedecekti. Song Juhan’a olan tüm duygularını boşa harcadıktan sonra, rahatça yürüyüp gidebilecek ve arkasına asla bakmayacaktı.
Ama henüz zamanı değildi. Sanki bir bombanın fitilinin peşinden koşuyor gibiydi. Bomba mı önce patlayacak, yoksa o mu yorulup koşmaktan vazgeçecekti kimse bilmiyordu. Fakat ne zaman durursa dursun o bomba patlayacak ve kendisi de yaralanacaktı. Daha erken durursa hasarın daha az olacağını biliyordu ama bacaklarına hakim olamıyordu.
Bir gün He Gu daha fazla dayanamadı ve usulca Xiao Song’u aradı. Xiao Song’un çoktan eve gitmiş olması gerektiğini düşünerek kasıtlı olarak akşam on birde aramayı seçmişti. Arama bağlandığında, diğer taraftan bir KTV’den gelen gürültüyü duymayı beklemiyordu. Xiao Song sesi duyulsun diye bağırmak zorunda kalmıştı, “Alo, He Gu-ge?”
He Gu gözlerini kapattı, “Benim.”
“Bekleyin lütfen dışarı çıkıp konuşacağım,” dedi Xiao Song. Sesi biraz tuhaftı ve sarhoşmuş gibiydi.
Bir süre sonra diğer uçta sessizlik oldu. He Gu, “Xiao Song, henüz eve gitmedin mi?” diye sordu.
“Hayır, Han-ge ile takılıyorum.”
He Gu bu aramayı yaptığına pişman olmuştu. Az önce Song Juhan bunu onun aradığını duymuş olmalıydı. Sonuçta Xiao Song’u bizzat tanımıyordu ve Song Juhan onu neden aradığını tahmin etmiş olmalıydı.
“He Gu-ge?”
“Ah, tamam, o zaman size iyi eğlenceler. Ben kapatayım.”
“Sorun nedir? Aramak için bir sebebiniz olmalı,” dedi Xiao Song, “Sorun değil, sarhoş değilim. Konuşabiliriz.
He Gu bir an sessiz kaldıktan sonra, “Juhan son zamanlarda nasıl?” diye sordu.
Xiao Song duraksadı ve sesi biraz daha ciddileşti, “Gayet iyi, sadece çok meşgul. Son zamanlarda pek görüşmediniz mi?”
“Hayır…” dedi He Gu, onu aramaktaki amacını bile bilmiyordu bu yüzden kendisini zorlayarak, “Bugünlerde keyfi nasıl?” diye sordu.
“Şok şükür oldukça iyi. Ama ayın başlarında, aman Tanrım, berbat haldeydi. İstifa mektubumu cebimde hazır bekletiyordum ama neyse ki ucuz atlattık.”
He Gu yine ne diyeceğini bilemiyordu, “Ah.”
Xiao Song da biraz utanmıştı, “He Gu-ge, ikiniz kavga mı ettiniz?”
“Pek sayılmaz.”
“Han-ge’nın iyi bir ruh halinde olmasını bekleyip sizin için ağzını arayacağım.”
He Gu gülümsedi, “Teşekkür ederim.”
Neye benziyordu şu anda? İmparatorun ona bir bakış atmasını bekleyen bir cariyeye mi? Eğer haremağası Xiao Song’ olmasaydı, İmparator onu çoktan unutmuş olurdu. Ne kadar gülünesiydi.
Lakin sahiden de Song Juhan’ı görmek istiyordu. Artık sadece fotoğraflara ve videolara bakmakla yetinemiyordu.
Ara sıra Song Juhan’ın son altı yılda ona hiç umut vermemiş olmasına çok seviniyordu. Aksi takdirde sahiplenme duygusu ve hayal gücü yüzünden ölene kadar işkence çekebilirdi.
Telefonu kapattıktan sonra He Gu bir süre karanlıkta kaskatı oturdu ve Song Juhan’ın geçen yıl çıkardığı albüme baktı. Satın aldığı 65 inçlik televizyon gelmişti ve bu boyut gerçekten görkemli görünmesini sağlıyordu.
He Gu yumuşak koltuğa yaslandı ve karanlık gecenin kralı gibi görünen o yakışıklı, şeytani adamı izledi. Kulaklarına bir büyü gibi mırıldanan o seksi, boğuk sesi dinlerken kalbinin titremesine engel olamadı.
Dünyada Song Juhan’ı seven bu kadar çok insan varken, ona bu kadar yakın olabildiği için memnun olmalıydı.
Kendisine sürekli bu kadarla yetinmeye razı olması gerektiğini hatırlatıyordu.
Telefonunun aniden çalması He Gu’yu uykusundan uyandırmıştı. Gözlerini hızla açtığında kanepede uyuyakaldığını fark etti. Song Juhan’ın albümündeki tüm şarkılar çalmış ve bitmişti.
Telefonu eline aldı. Saat gecenin ikisiydi ve arayan Xiao Song’du. He Gu’nun kalbi küt küt atmaya başladı. Song Juhan’a bir şey olmuş olabilir miydi?
Hemen telefona cevap verdi, “Alo, Xiao…”
“He Gu-ge, Han-ge burada biraz sorun yaşıyor. Hemen buraya gelebilir misin?”
He Gu’nun kalbi sıkıştı ve koltuktan fırladı, “Ne oldu?”
“Hayranları onun burada olduğunu nasıl anladılar bilmiyorum ama şimdi KTV’nin ön ve arka kapılarını kapatıyorlar. Han-ge sarhoş ve öfkelenmeye başladı.”
He Gu rahatlamıştı. Song Juhan’ın tehlikede olduğunu sanmıştı, “Hemen gidiyorum… Ama, şirketinizde bu işlerde uzmanlaşmış biri yok mu?”
Oraya gittiğinde pek yardımcı olamayacağından korkuyordu.
Xiao Song utanarak, “Şey… Patron öğrenirse, Han-ge’yı korumadığım için beni suçlar, o yüzden…” dedi.
He Gu anlamıştı, “Adresi gönder lütfen, en kısa zamanda orada olacağım.”
Hızla giysilerini giydi, anahtarlarını aldı ve evden dışarı fırladı.
Gece vakti olduğundan çok fazla araba yoktu, bu yüzden He Gu arka arkaya iki kırmızı ışıkta geçti ve en hızlı şekilde KTV’ye vardı.
Beklendiği gibi, KTV’nin girişi çılgın hayranlar ve eğlenceye katılan yoldan geçenlerle doluydu.
He Gu kalabalığı yararak kapıya ulaştı, bir grup kızın arasında oldukça göze batıyordu.
Kapıda onu durduran KTV koruması ona baktı ve, “Siz…” dedi.
“Evet, ben He Gu.”
Koruma onu içeri aldı.
İçerideki garsonlardan biri He Gu’yu özel odaya götürdü, ancak daha oraya varmadan Song Juhan’ın içeriden gelen öfkeden deliye dönmüş bağırışlarını işitebiliyordu.
“Defolun! Eve gitmek istiyorum. Kim lan beni engellemeye cüret eden—”
“Han-ge, dışarıda birçok hayranın var. Bu halde dışarı çıkamazsın…”
“Kıçımın hayranları. Ne hayranı lan? Hepsi bir avuç sikik sadece. Beni tanıyorlar mı? Ben onları tanıyor muyum? Çekil önümden!”
İçeriden bir tıkırtı sesi geldi.
He Gu kapıyı açtığında, Song Juhan’ın kan ter içinde kalmış Xiao Song tarafından durdurulduğunu gördü. Yanlarında paniklemiş ve çaresiz görünen iki erkek garson vardı.
He Gu’yu gören Song Juhan önce donakaldı, ardından kaşlarını çattı, “Senin ne işin var burada?”
Akabinde Xiao Song’a döndü, “Ona gelmesini sen mi söyledin? Yürek yemişsin anlaşılan, böyle kafana göre iş yapabildiğine göre.”
“Han-ge, Han-ge, beni dinle. Yarın ayıldığında beni istediğin kadar azarlayabilirsin ama şimdilik beni dinle, tamam mı? Eğer bu halde fotoğraflanırsan Şef Song beni öldürür.” Xiao Song neredeyse ağlayacak gibiydi ve He Gu’ya yardım çığlıkları atıyormuş gibi bakıyordu.
He Gu ancak o zaman Xiao Song’un Song Juhan’ı yatıştırmak için kendisini aradığını anlamıştı. İçeride ve dışarıda bu kadar çok koruma ve garson varken, Song Juhan’ı dışarı çıkarmak kolay olabilirdi. Fakat şu anda Song Juhan sarhoş ve öfkeliydi. Hayranları onun üstüne hücum ettiğinde çileden çıkması oldukça muhtemeldi. Eğer çirkin bir şey söyler ya da yaparsa, başı belaya girebilirdi.
He Gu onun yanına gitti, “Juhan, biraz sakinleş. Dışarıda gerçekten çok sayıda hayranın var, hatta belki muhabirler de vardır. Şimdi…”
Song Juhan onu yakasından tuttu, “Sana gelmeni kim söyledi lan? Defol!”
He Gu onunla tartışmak niyetinde değildi, nazikçe elini kavradı, “Juhan, sen genelde çok içmezsin.. Alkolün seni kontrol etmesine izin verme, tamam mı?”
He Gu’nun yüzü çok düzgündü. Eşit orantılıydı ve en ufak bir kusuru yoktu. Yüz hatları oldukça düzgündü ama ne olağanüstüydü ne de kusursuz. Yakışıklı olmasının yanı sıra, insanlara güvenilirlik ve inanılırlık hissi de veriyordu. Samimi gözleri ve nazik, sıcak sesiyle insanları teskin ettiğinde, onlara çok değişik bir huzur verirdi.
Xiao Song garsonlara göz kırptı ve dışarı çıkarak onları odada yalnız bıraktılar.
Song Juhan elini salladı ve sert bir şekilde, “Eve gitmek istiyorum. Burası çok havasız. Şu aptal kancıkları yolumdan çek,” dedi.
He Gu onun omuzlarına bastırdı ve kanepeye oturmasını sağladı. Güçlü elleriyle ensesine masaj yapmaya başladı, “Birazdan seni eve götüreceğim, ama şimdilik sakin ol, tamam mı?”
Song Juhan gözlerini kapattı. He Gu’nun ona masaj yapması çok rahatlatıcıydı. Uzun kirpikleri titredi ve nefes alış verişi daha düzenli hale geldi.
Song Juhan’ın hafifçe titreyen kirpiklerine bakarken, He Gu onun inatçı ve öfkeli halini düşündü ve dudaklarının köşeleri acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. Song Juhan onun masaj yapmasından hoşlanıyordu. Song Juhan’a kendisiyle kalması için bir neden daha vermek amacıyla, kasıtlı olarak nasıl masaj yapılacağını öğrenmişti. Aslında sadece Song Juhan’a yakınlaşmak için çok çaba sarf etmişti ama Song Juhan muhtemelen bunu hiç bilmeyecekti.
Bir süre masaj yaptıktan sonra Song Juhan artık sakinleşmişti. He Gu hemen ona bir bardak su koydu.
Song Juhan bir yudum aldı ve gözlerini açarak He Gu’ya baktı, “Ne zamandan beri Xiao Song’la bu kadar yakınsın?”
“Pek yakın sayılmayız.”
Song Juhan alaycı bir şekilde gülümsedi, “Xiao Song’dan bugün seni çağırmasını istemedin mi yani? Dün gece onu aradığını bilmediğimi mi sanıyorsun? Benim yanımdaydı.”
He Gu nasıl açıklayacağını bilmiyordu, bu yüzden sessizce kabul etti.
Song Juhan kendini beğenmiş bir şekilde güldü, “Sadece iki hafta oldu. Daha uzun süre dayanacağını düşünmüştüm.”
He Gu’nun kalbi biraz sıkışmıştı ve başı kaldıramayacağı kadar ağırlaşmıştı.
Song Juhan bir yudum daha su içti, sonra aniden bardağı masaya koydu. He Gu’nun saçlarını kabaca tuttu, başını kaldırmaya zorladı ve ardından dudaklarını onun sıcak ve çekici dudaklarına bastırdı.
He Gu’nun gözleri şaşkınlıkla parladı.
Song Juhan, He Gu’nun ağzını istila edercesine öptü ve sonra onu bıraktı.
He Gu dudaklarını yaladı ve gözlerini kırpmadan Song Juhan’a baktı. Parlak, siyah gözleriyle onu izliyordu.
Onun dudaklarını yalarkenki hafif şaşkın bakışı Song Juhan’ın kalbinin titremesine neden olmuştu, “Özledin mi beni?”
Song Juhan He Gu’nun çenesini tuttu, gözlerindeki zorba bakış sanki kendi aidiyetine bakıyormuş gibiydi.
He Gu başını evet anlamında salladı.
“Ne kadar özledin?”
“Seni her gün özlüyorum.”
Song Juhan parmağını uzatarak He Gu’nun kalbini işaret etti ve, “Beni buranda mı özledin…” dedi, ardından diğer elini He Gu’nun beline götürdü. “Yoksa burası beni daha çok mu özledi?”
He Gu, Song Juhan’ın yüzünü avuçlarına aldı ve şefkatle öptü, “İkisi de.”
Song Juhan gülümsedi ve aniden kendini çok daha iyi hissetti. He Gu’nun onu bırakamayacağını biliyordu.
He Gu da hafifçe güldü, “Hadi eve gidelim.”
Song Juhan hareket etmedi. İnce parmaklarıyla He Gu’nun yüzünü okşadı, gözleri derin ve anlaşılmazdı, “Zhuang Jieyu benim başkalarıyla takılmam hakkında sana ne söyledi?”
He Gu’nun gülümsemesi kayboldu.
Song Juhan alaycı bir şekilde güldü, “Dedikleri doğruydu. Daha işin yarısındayken yorulduğu için ağlayan tipler çok sinir bozucu oluyor, bu yüzden genelde iki kişi çağırıyorum.”
He Gu’ya daha da yaklaştı, pembe dudakları He Gu’nun dudaklarında geziniyordu, “Ama seni asla bu tür oyunlara dahil etmiyorum. Neden biliyor musun?”
He Gu boş bir ifadeyle, “Çünkü ben istemiyorum,” dedi.
“İstesen bile mümkün değil. Buna asla izin vermem,” dedi Song Juhan ve He Gu’nun yanaklarını çimdikledi, “Sen çok temizsin. Üniversiteden mezun olduğundan beri benimlesin ve sade bir hayat sürüyorsun. Prezervatif kullanmayı hiç sevmiyorum, bu yüzden temiz olman hoşuma gidiyor. Anladın mı? Kimsenin sana dokunmasına izin vermeyeceğim, çünkü bu senin tek avantajın.”
He Gu en çok sevdiği yüze baktı, ama yüz bulanıktı, o kadar bulanıktı ki zar zor görebiliyordu. Kalbi o kadar büyük bir acıya boğulmuştu ki kelimelerini toparlamakta güçlük çekiyordu. Sonunda sakince başını salladı. Yüzü adeta demirden bir maske gibiydi, dışarıdan gelen kılıcı engelliyor ve içerideki duyguları hapsediyordu.
Song Juhan, He Gu’nun kayıtsız bakışları karşısında kaşlarını çattı ve sanki surat asıyormuş gibi onu sertçe öptü, “Hadi eve gidelim.”
He Gu ayağa kalktı ve Song Juhan’ın arkasından gitti. Sırtına bakınca, sanki sırtı bile ışık saçıyor gibiydi.
On yılını o sırtın peşinden koşarak geçirmişti. Yaklaşmak için elinden geleni yapmıştı ama hepsi bu kadardı. Aralarındaki uçurum asla kapanmayacaktı. Song Juhan’ın ceketinin bir köşesini tutsa bile bu neyi değiştirecekti?
He Gu derin bir nefes aldı ve gülmekten kendini alamadı.
Aslında tam da tahmin ettiği gibiydi. Song Juhan, bu kadar yıldır ondan ayrılmamıştı çünkü aralarındaki cinsel ilişki rahat ve güvenliydi — kelimenin tam anlamıyla güvenliydi. He Gu başkalarıyla düşüp kalkmıyor, dırdır etmiyor ve Song Juhan için sorun yaratmıyordu. Song Juhan’ın bugünkü sözleri onun varsayımlarını doğrulamaktan başka bir şey değildi. Ama pek de bir önemi yoktu.
Aslında, kendisi ve Song Juhan arasında karşılıklı bir alışveriş olduğunu hissediyordu. Song Juhan ondan güvenli bir cinsel ilişki elde ediyor, o da Song Juhan’ın kendisinin yanında kalmasını sağlıyordu. Her ikisi de istediklerini elde etmişti ve her ikisi de mutluydu.
Yaşadığı acı ve umutsuzluğa gelince, bunun başkalarıyla hiçbir ilgisi yoktu. Tıpkı Song Juhan’a duyduğu aşkın da kendi meselesi olması gibi.
ÇN: He Gu eski aşkıyla beraber olsa keşke de Song Juhan bi sinir krizleri geçirse
Seni kıskanıyorum kimseyle paylaşmak istemiyorum demiyor da temizsin diyor ya hadiii ordan. He Gu yürü koçum git birini bul da azıcık kudursun bu herif
Ay He gu yapma ya